Genellikle yirmi dokuz Ekim ve on Kasım’da yoğunlaşan bir cumhuriyet tartışması başlar Türkiye’de. Tam o sıralar dahil olup düşüncelerimi yazmak istedim ama yaşadığım alandaki yoğunluktan kaynaklı olarak ancak şimdi fırsat bulabildim. Tartışma her daim güncel olduğundan pek de geç kalmış sayılmam.
Kemalistler, bu tartışmalar başladığında doğal olarak en öne çıkarlar o günlerde, savunurlar kendilerini var eden yapıyı. Kendilerince haklılar. ‘Kaklılıklarını’ aşağıdaki satırlarda tartışacağız.
Kürtler, şair Hicri İzgören’in deyimiyle açar yaralarını gösterirler.
İki utangaç kesimden iktidardaki İslamcılar şimdilik ve yalandan da olsa cumhuriyetçi kesilir, gider nefret ettikleri, bir an önce yıkmayı düşündükleri alanlara çelenkler koyarlar.
Bazı ‘sol – sosyalist’ yapılar da gerçek kişilikleri ve bastırılmış yanlarıyla ortaya çıkar, savundukları ‘sosyalist cumhuriyeti’ unutarak Kemalist Cumhuriyet’e övgüler dizmek üzere sıraya girerler. Her kesimden demeçler, toplantılar, sosyal medya mesajları alır yürür.
Şimdi biz, Kürtler, işçi sınıfı, sosyalistler ve Kemalistler açısından Cumhuriyeti biraz açalım, kime ne getirdiğini kimden ne götürdüğünü görmeye çalışalım. Hiç kuşkusuz, birçoğumuzun (özellikle de kadınların) sosyal yaşamı açısından radikal İslamcı bir devlet yapısıyla, cumhuriyetin farkını da unutmadan…
Kuruluş döneminde, kuruluşun lideri olan M. Kemal’in Kürtlere dair söylediği iki önemli noktayla ve ardından gelen 24 anayasasıyla başlayalım. İlki Meclis’te yaptığı konuşma: ‘Bu cumhuriyet, sadece Türklerin değil, aynı zamanda Kürtlerin de cumhuriyetidir.’
İkincisi o dönem yanılmıyorsam El Cezire komutanı olan Nurettin Paşa’ya çektiği telgraf. Telgrafın özeti şu: ‘Bölge illerinin yönetimini Kürt önde gelenlerine teslim edin.’
Önce tam bir barış, kardeşlik ve birlikte yaşama dönemi ve ardından gelen 24 anayasasının ‘şaşkınlıklara’ yol açan 86. maddesi: ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes Türktür.’
Kemalistler açısından bakınca: Ermeni ‘sorununu’ halletmişsin, ‘Yunan gavurunu’ denize döküp yollamışsın, İstanbul sorununu halledip batıyla anlaşmışsın, e öyleyse Kürtlere hak vermeye, onları iktidara ve ülkeye ortak etmeye ne gerek var… Ezecek geçeceksin.
Cumhuriyet’in ve yönetenlerinin tavrı ve kararı bu noktaya kayınca, daha düne kadar yanında olan Paşa ünvanlı Kürtler dahil olmak üzere, bölgede tam bir hayal kırıklığı başladı. Ve doğal olarak art arda gelişen ve hemen hepsi kanla, idamlar ve sürgünlerle bastırılan isyanlar birbirini izledi. Burada bunların tamamını yazmanın mümkünü yok ama özeti: Yüzbinlerle ifade edilen katledilmiş Kürt.
Türkiye Komünist Partisi ilk Genel Başkanı Mustafa Suphi, eşi ve arkadaşları Cumhuriyet’in kuruluşuna devrimci destek olmak üzere ülkeye dönmek istediler. Yazışmalar oldu aralarında. Cumhuriyet’in kuruluşunu yönetenler ‘Yılanın başını küçükken ezme’ mantık ve kararıyla çağırıp ‘Buyrun gelin’ dediler. Gelenler Erzurum’da taşlar ve sopalarla karşılanıp Karadeniz’e sürüldü. Orada, önceden hazırlanmış Yahya Kahya ve arkadaşları gelenleri İstanbul’a götürmek üzere bir gemiye bindireceklerdi. Takalarla yola çıktılar, yol gemiye değil, komünist önderlerin ölümüne doğru yol aldı. Mustafa Suphi ve arkadaşları gemiye binemeden katledildiler. Karısının akibeti ise ‘bilinmiyor.’
Komünist Parti’nin bilinen isimleri, dönemlere yayılarak tutuklandı. 29 tevkifatı, 51 tevkifatı diye tarihe geçtiler. Ahmed Arif ve Nazım Hikmet bu tevkifatlardan payını alan iki önemli şahsiyettir.
Cumhuriyet işin hemen başında komünizmi ve Kürtleri düşman ilan etti, iki kesimi de yok etmek için elinden geleni yaptı.
Kemalistler ‘haklıdır.’ Ele geçirdikleri devleti ve mevzileri yitirmek istemediler. Halen aynı çizgideler. Sorun Kürtlere dair, gerçek anlamda komünistlere dair bir şeyse, tepede olan, iktidarda olanların İslamcı, şeriatçı olmalarının bir önemi yok.
‘Suriye’de ne işimiz var bizim’ dedikten sonra, Meclis’e gelen yeni Suriye işgal planına tam kadro gidip evet demeyi asla ihmal etmezler.
Cezaevlerindeki devrimci tutsakları tasviye etmekse sorun, ister iktidarda ister muhalefette olsun, destek sunmaktan asla geri durmazlar.
Komünüst önderlere bunca zulmü, ölümü, zindanı reva gören Cumhuriyet’e sınıf açısından bakarsak? Gerçekten sınıfa ne getirdi Cumhuriyet? Ne kattı yoksulun hayatına Osmanlı’dan farklı olarak?
Cumhuriyet’e yakın çevreler, kondukları Ermeni, Rum mülkleriyle fabrikatör oldular, eskiden işçi olan yoksullar bu kez onlara çalışmaya, onları zengin etmeye başladı. ‘Milletin efendisi’ olan köylü yine karın tokluğuna çalışmaya başladı, halen hem işçinin hem de köylünün durumu aynı. Günü kurtarır, kirayı ödeyebilir, çoluk çocuğunun eğitimini, giysisini temin edebilirse kendini mutlu sayıyor.
Kuruluş döneminde savaşlara katılmayan köy ağalarıyla küçük işletme sahiplerinin pozisyonu Osmanlı’da ne idiyse şimdi de o. Fakir fakirliğini, zengin zenginliğini sürdürmeye devam ediyor.
**
Şaşırtan şey, özünde sosyalist cumhuriyeti, demokratik cumhuriyeti lanse etmeleri gerekenlerin, hali hazırda çökmeye yüz tutmuş, yönetenlerin yönetemez duruma düştüğü ve yönetilenlerin artık böyle yönetilmek istemedikleri bir dönemde bir burjuva yapıyı yeniden kurtarmaya çalışmaları, toplumun kurtuluşunun Kemalist Cumhuriyet’te olduğunu anlatmaya çalışarak, buna gerekçeler aramalarıdır.
Unutmamak gerekir ki batmakta olan bir yapı, kendine omuz verenleri de birlikte batırır…