“Gülazer” diye seslendiği kızı Rozerin’i, Sur’da kaybeden Fahriye Çukur, yasağın üçüncü yılının gecesi Dört Ayaklı Minare’ye giderek, “Rozerin Rozerin Rozerin ne oldu sana, Rozerin sen burada ne yaşadın diye” haykırdığını söylüyor.
Zuhal Atlan / MA
Murathan Mungan, Yüksek Topuklar kitabının bir bölümünde, “Hafızası güçlü olanların, mutsuz olmaları da kaçınılmaz” diye yazar. Hafızası güçlü olanlar, yaşadıklarını unutamadıkları için, o hatıralar onları peşlerinden sürükler çünkü. “Temizledik” dense de Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 3 yıl önce yaşananlar hala dün gibi insanların belleklerinde taptaze.
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin, 28 Kasım 2015 tarihinde Dört Ayaklı Minare önünde yaptığı açıklama sırasında öldürülmesi ve ardından 2 Aralık’ta Sur’da ilan edilen yasak… Yasak sırasında; binlerce evin yakılıp yıkılması, onlarca insanın öldürülmesi ve aylarca cenazelerinin bekletilmesi, fısıldayan taşların yerlerinden sökülmesi, tarihi yapıların bombalanması, yüzlerce ailenin göç ettirilmesi…
6 mahallesi hala yasak olan, tüm dükkan ve evlerin ön cephesi beyaza boyanan Sur’da, “hafızası güçlü olanlar” yaşatılanları unutmuyor. Nitekim; “Gülazer” diye seslendiği kızı Rozerin’i Sur’da kaybeden Fahriye Çukur, “İnsanların cenazeleri, hafriyatlarla Dicle’ye döküldü. Unutur muyuz bunu” diyor.
Rozerin Çukur, Sur’daki yasağın 38’inci günü olan 8 Ocak 2016 tarihinde Süleyman Nazif İlkokulu yakınlarında başına isabet eden kurşun sonucunda yaşamını yitirdi. 17 yaşındaydı Rozerin, üniversiteye hazırlanan lise son sınıf öğrencisiydi.
Yasağın 3’üncü yıldönümü dolayısıyla, ailesi ile röportaj yapmak için gittiğimiz Fiskaya’da babası Mustafa Çukur karşılıyor bizi. Babasıyla birlikte evine yürürken, Diyarbakırlı yazar Mıgırdiç Margosyan’ın, Fiskaya için söylediği, “Eşsiz manzarasıyla büyülenmek, kanatlanıp uçmak isteyenlerin yanı sıra yaşam kavgasında şu veya bu nedenle tökezleyen, bunalıp yenik düşen, dertlerine bir türlü derman bulamayan ve son çare olarak perişan bedenlerini aşağıdaki sivri kayaların kucağına bir gülle gibi bırakanların mekanı” sözleri aklıma geliyor.
Daracık sokakları arşınladıktan sonra, Rozerin’in doğup büyüdüğü evdeyiz. Aile, 90’lı yıllarda köy yakmaları ardından Dicle’nin Herîdan köyünden göç edip şimdi oturdukları eve yerleşmişler. Sokak arasında kalan evin merdivenlerini çıkarken karakol dikkatimizden kaçmıyor.
Çizdiği kadın resimleri
Ailesi Rozerin’den kalanlarla yaşıyor bu evde. Fotoğraf makinesi, çalışma masası, çizdiği resimler, kadrajına taşıdığı fotoğraflar, yazdığı hikayeler evin bir köşesinde saklı. Yasak döneminde, “Bir anne kızını toprağa vereceği günü bekler mi? Ama ben bekliyorum. Kızımın cenazesini alıp toprağa vermek istiyorum” sözleriyle aklımda kalan annesi Fahriye Çukur, Rozerin’in çizdiği resimleri, yazdığı hikaye ve yazıları, çektiği fotoğrafları gösteriyor bize. Çizdiği resimlerin hepsi kadın. Bilginin cinsiyetçiliği diye bir yazı kaleme almış. Sur’un çocuklarıyla bir sürü fotoğrafı var Rozerin’in. Hikayeleri, karnesi, takdir belgesi…
Annesi, bir yandan Rozerin’den kalanları gösterirken diğer yandan, kızının hep araştırmaya, okumaya, öğrenmeye meraklı olduğunu söylüyor. “Rozim Avatar’ı (destansı bilim kurgu filmi) çok severdi” diyor.
‘Hikaye yazardı’
“Rozerin, evimizin gül bebeğiydi, yufka yürekliydi, küçüklüğünden beri resim meraklısıydı. Araştırmayı çok seviyordu, evden köye gidene kadar yola bakarak hikaye yazardı. Oraya vardığımızda gider yaşlılarla konuşurdu. Köyümüz bir Ermeni köyüydü. Köye gittiğimizde oradaki yaşlılarla konuşur, ‘Bu evler neden boş, neden yıkılmış’ diye sorardı. Üniversite hocalarıyla tartışıyordu. Kanser ve siroz araştırmasına katılırdı. Arkadaşlarını matematik dersini o çalıştırırdı” sözleriyle anlatmayı sürdürüyor Rozerin’i.
Rozerin’in hayali, psikiyatri doktoru olmakmış. Annesinin deyimiyle, “İsterdi ki insanlar etrafında toplansın ve onların sorunlarına çözüm bulsun.” 15 gün gidip dayısının yanında çalışmış ve kazandığı 300 TL paranın 150 TL’si ile kitap seti almış, 50 TL’sini annesine, 50 TL’sini de saklayıp kışın giymek için mont almış.
2 çocuğu daha olan Fahriye Çukur, Rozerin’in ölümünü hala kabul etmediğini söylüyor ve “Kaç çocuğun var?” diye soranlara, “3 çocuğum var. Büyük kızım üniversitede okuyor” diye cevap verdiğini belirtiyor.
‘Altın olsa da çöptür’
Fahriye Çukur, Sur’da gençlerin öldürüldüğü mahallelere dikilen villalara da öfkeli. “Yenilense, altın da olsa bana bir çöptür. Benim kanım dökülmüş orada. Çocuğumun kanı var orada. Hangi gün fırsat elime geçse, ‘Çocuğumun kanı burada döküldü diye’ haykırmak istiyorum. Çocuklarımızın kanı üzerinde villalar yapıyorlar. Ben bu villaları kabul etmiyorum. İnsanlar kendi yüreğini benim yüreğime koysunlar. Benden oradan kopan bir can var. Bunu nasıl unuturum” diye soruyor Fahriye Çukur.
‘Rozerin’i çağırdım’
Fahriye Çukur, sokağa çıkma yasağının yıldönümü olan 2 Aralık gecesi tek başına Sur’a gitmiş. Fahriye Çukur, o gece yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “3 gün önce, gece saat 12.00’de buradan kalktım Dört Ayaklı Minare’nin oraya gittim. Kolay değil. O gün çok yağmur yağıyordu. Gittim suda kayboldum. Ben ve bir köpek yalnızdık. 3 sene oldu hala kalkıp oraya gidiyorum haykırmak için. Gidip orada çağırdım; Rozerin Rozerin Rozerin ne oldu sana diye. Rozerin sen burada ne yaşadın diye? Tekrar eve geldim. Şu anda aklım başımda değil. O günleri hatırladıkça hani bir şeye bomba koyarsın patlar ya benim de beynim o şekilde patlıyor. İlaçlarla ayakta kalıyorum.”
“Ne olsa acınız hafifler?” diye sorduğumuz annesi, “Barış olsa acım hafifler, kanlar dursa acım hafifler, bu zulümler dursa acım diner. Ama bakıyorum ki devam ediyor. Devam ettikçe, diyorum ki benim yüreğim nasıl yanıyorsa demek ki tüm insanların yüreği yanıyor. Asker de ölüyor, yüreğim yanıyor. Benim yüreğimde nasıl bir köz varsa askerin annesinde de var” diyor.
Fahriye Çukur, o günleri tekrar yaşıyormuşçasına devam ediyor anlatmaya: “70 yaşında neneler, dedeler gitti. Yıkıldı, yakıldı, hepsi Dicle nehrine döküldü. İnsanların cenazeleri hafriyatlarla gitti. Unutur muyuz bunu? Kamyonlar geçiyordu diyordum bakayım kızımın cenazesi yok mu? Kızımın cenazesini çöpün içinde aradım 5 ay. Tamam, öldü gitti. Ya cenazelerden ne istediler vermediler bize?
Devlet hesap versin
Kızım bir defteri ve kalemiyle girdi Sur’a. Devlet gelsin bu çocuklarımızın neden öldürüldüğünün hesabını versin. Biz bilmiyoruz neden öldürüldüğünü? Kendi mahallemizde kendi kapımızın önünde öldürüldük. Çocuklarımızı öldürenler gelip bize hesap versin. Eğer bir annenin yüreğini alıp koparmışlarsa ve bunun üzerine bir anneyi cezalandırıyorlarsa bil ki dünyada ilk benim. Artık benim neyim kalmış? Ciğerimi söküp benden aldılar. Ciğer yok içimde.”
‘Öfke ve hüzün var’
Rozerin’in babası Mustafa Çukur da, Sur’da yaşananları ilk günkü gibi hatırlıyor. Bazen alışveriş yapmak için Sur’a gittiklerinde içinin öfkeyle dolduğunu söylüyor ve ekliyor: “Çok değişik, anlaşılamayacak bir duygu yaşıyorum orada. Öfke, hüzün her şey var içimde. Yıllar geçse de acı unutulmaz.”
“Kızım değil, arkadaşımdı” dediği Rozerin’in Sur’a olan sevgisinin bambaşka olduğunu belirtiyor Mustafa Çukur ve “Fikir ortaya koyar tartışırdık. 14 yaşında hikaye yazmaya başlamıştı. Kitap çıkarmak istiyordu” diyor.
‘Hakkımızda soruşturma açıldı’
“İlk çocuğumdu Rozerin. Doğduğunda sevgisi nasılsa, cenazesini aldığım zaman aynı hisleri yaşadım. Çünkü, cenazesi 5 ay yerde kaldı. Açlık grevi yaptığımız yerin 10 metre ilerisindeydi. Bağırsak sesimizi duyacak şekildeydi. Ama alamıyorduk cenazemizi, bölge abluka altındaydı. Cenazeleri almak için gitmedik yer çalmadık kapı bırakmadık. Sabah akşam savcıya gidiyorduk. O kadar baskı yaptık ki cenazemizi almak için…” sözleriyle yasak dönemini anımsayan Mustafa Çukur hakkında, yaptığı konuşmalardan dolayı da soruşturma ve davalar açılmış. Çukur, “Devlet, Rozerin için ‘silahlı terörist’ diyor. ‘Çocuklarımız öldürüldü’ diye suç duyurusunda bulunduk; ancak hepsi reddedildi. Haklıyken haksız duruma düşürüldük. Benimle eşimin adına 4-5 tane soruşturma açılmış. Soruşturmalar devam ediyor, evimizde bile rahat edemiyoruz. Bu durum, içimdeki öfkeyi katmerleştiriyor. Hem çocuğumu katlettiler hem de üzerimize geliyorlar” diye anlatıyor.
Mustafa Çukur, Sur’da yapılan “yenileme çalışmalarına” da tepkili. “Benim gözümde Sur saf altından da yapılsa boştur. Sur’un ilk hali başkaydı. O inşaatların altında hala bir cenazenin olduğunu bilmek… Orada (Villalarda) oturacak insanlar, temelinde hala bir cenazenin olduğunu bilse, o evde oturduğu zaman neler hissedecek? ‘Ben Diyarbakırlıyım, bu bölgenin insanıyım’ diyen insanların oraya gidip oturacağını zannetmiyorum” diyor.
‘İnsanın özgürlüğü bu mu?’
Mustafa Çukur, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı kayyum Cumali Atilla’nın aday gösterilmesine de, “Kayyum Diyarbakır’da ne yaparsa yapsın Diyarbakır insanı için bir şey değişmeyecek” sözleriyle tepki gösteriyor. Kayyum ve hükümeti kastederek, “Çevreyi güzelleştirir, ‘villalar diktim’ der, bunları televizyonda boy boy gösterir; ama yalnız benim değil, gitsin Diyarbakır’ın kalbini açsın baksın içinde neler vardır. Kaybedeceğini bildiği için kayyumu aday gösterdi. Kayyum Diyarbakır’da ne yaparsa yapsın Diyarbakır insanı için bir şey değişmeyecek. Çünkü attığımız her adımda karakol var, mahalleden çarşıya gidene kadar 4-5 kez kontrol noktasından geçiyoruz. İnsanın özgürlüğü bu mu? ‘Sur’u temizledik’ diyorlar, peki bunlar ne olacak? OHAL kalktı ama niye bu hal kalkmadı?” diye soruyor.