Son seçimler, gerek burjuva partilerde gerekse sol cenahta “değişim” kavramı etrafında dönen tartışmaları da tetikledi. Hemen tüm temsilcileri “değişim şart” diye söze başlayan CHP bu konuda başı çekiyor. Sanki on yıllardır klasik sosyal demokrat partilerin dünya düzeyinde yaşadıkları değişimin Türkiye’deki distribütörlüğünü hakkıyla yerine getiren kendisi değilmiş gibi…
Kaldı ki, CHP, “değişimin” bir sistem partisi açısından bile nasıl olmaması gerektiğinin yanıtı olmayı haketmiş bir partidir. Bunlarla birlikte kapitalist barbarlık düzeninin gelinen noktadaki hali mealinin de çarpıcı ifadesidir. Çünkü onun hikayesi aslında sistemin yapısal sorun ve çıkmaz kesitlerinde değişim kavramının en gerici dönüşümlere tekabül etmesinin izdüşümüdür. Özündeki sistem bekçiliği ve cumhuriyetin kurucu partisi vasfıyla o, sistemin ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa sancı ve sıkıntıları olsa da ona göre renk almayı simgeleyen bir çeşit “değişim” fenomenidir.
Bizim açımızdansa değişim, sistemin yaşadığı evrimin toplumsal ilişkilere, sınıfsal güç dengelerine nasıl yansıdığını okuyabilmek ve buna uygun politika-taktik-dil-tarz üretebilmektir. Stratejinin, ideolojik-kültürel bütünlüğün, bunlarla birleşik olarak süreklilik içindeki ruhsal şekillenmenin özsel karakterinin değişmediği bir yenilenmeyi başarabilmektir.
“Tarihsel zaman içinde değişmez bir nesne bulmaya gereksinim duyan” bir değişimdir aradığımız. “Değişmez”in ya da “değişmezlerin” neler olması gerektiğine dair doğru yanıtlar veremeyen bir değişimin hangi kırılmaları, amorflaşmaları getirdiğini sayısız örnekten biliyoruz. Elbette, toplumsal değişim ve farklılaşmalar karşısında gerekli yenilenmeye gitmeyip temel doğruları yineleyen, kendisini korumak adına “değişmezleri” tekrarlarken yenilenmeyi ıskalayan bir yaklaşımın da kendi fanusuna mahkum olduğunu unutmadan.
Devrim iddiası taşıyan her güç açısından “bir girdabın içindeymişiz” duygusu yaratan böylesi akışkan, olağanüstü zamanlarda “Değişirken değişmemesi gereken nedir?” sorusunun ilk akla gelen yanıtları üç aşağı beş yukarı bellidir aslında -en azından teorik olarak. Bunlardan biri ve belki de ilk akla geleni, parlamenter siyasetin stratejik hedeflere ulaşmakta kullanılacak araçlardan sadece biri olduğu ve onu her şey haline getirmenin “tarihsel zaman” içinde özsel olandan uzaklaşmayı getireceğidir. Ki onun bir araç olmasının özsel anlamı bile, daha geniş toplumsal kesimlere ulaşabilmek, onları siyasetin öznesi haline getirmek açısından sunduğu politik zemindir.
Seçim döneminde en sık duyduğumuz cümlelerden biri “Türkiye gibi ülkelerde kitlelerin demokrasi adına kullanabildikleri neredeyse tek araç sandıktır” oldu. Elbette bu bir gerçeği ifade etmektedir. Fakat bu aynı zamanda bizim gerçeğimizi de özetliyor. O da kitlelerin bu barbarlık sistemi içinde bile süreçlere katılımının, kendisini özne hissetmesinin diğer araçlarını yaratamadığımızdır. Dahası, mevcut tıkanma içinde sistem karşıtı bir noktada konumlandığımızı iddia eden bizlerin bile kitlelerin özneleşmesinin sahici kanallarını, araçlarını, mücadele biçim ve tarzlarını yaratamadığımız gibi-farkında olalım ya da olmayalım-, bu geriliği/sınırlılığı/yetersizliği bizzat kendimizin mutlaklaştırdığıdır.
Kapitalizmin nispeten istikrarlı bir birikim süreci yaşadığı dönemlerde liberal demokrasi -kendisini zorlayan her gelişmeye karşı en ceberut, en saldırgan yöntemleri kullanmaktan kaçınmaksızın- temel siyaset biçimi olur. O dönemlerde kitleler de öncülük iddiası taşıyan güçler de onun yarattığı mekanizmalar içinde giderek öğütülür. Kitleleri de sistem dışı olma ve başka bir dünya tahayyülünü temsil etme iddiası taşıyan güçleri de kendisine benzetip özümsemek için sayısız mekanizma da yaratır. Zaten en önemli hedeflerinden biri bu özümsemeyi başarmaktır. İşçi ve emekçi yığınlarda sendika ya da diğer örgütlenme araçları kadar sandık-seçim yöntemiyle de süreçlere katıldıkları, demokratik bir işleyişin parçası oldukları duygusunu yaratmaktır. Bu dönemlerde liberal demokrasinin yarattığı ve ideolojik-siyasi-kültürel-pratik tasfiyeciliği hedefleyen iklim karşısında durmak en başta kitlelerdeki özneleşme bilincine ideolojik-siyasi derinlik kazandırmaktan geçer. Mevcut hali sistem karşıtı konumlanmada kullanılacak elverişli bir zemine dönüştürmektir, bunun için güç biriktirmektir.
Biz de bunu, faşizmin kendisini “tek adam” yönetimi biçiminde kurumsallaştığı bu dönemin hemen öncesinde yaşadık. AKP’nin yaklaşık ilk on yılında. Bir kriz sürecinin ardından yakalanan nispi rahatlama aynı zamanda öncü güçlerin de gevşediği, sınıf hareketi cephesinde yakalanan ivmenin gerilediği bir döneme tekabül ediyordu. Burjuva iktidar bloku uluslararası sermayenin kesintisizce aktığı, devrimci olanın büyük oranda geriletildiği (kanlı-faşist zorbalık biçimleriyle iç içe geçecek biçimde), kazanılmış kitle örgütlenme mevzilerinin tıkanıp sınıfsal olandan uzaklaşmaya evrildiği o dönemde tasfiyeciliği derinleştiren yanıltıcı bir liberal demokrasi görünümü yarattı. Bu dönemde devrimci saflarda bile faşizmin çözüldüğü, Kürt sorunu gibi köklü bir demokratik sorunun dahi burjuvazinin ihtiyaçları temelinde çözüldüğü şeklinde özetleyebileceğimiz ideolojik savrulmalar yaşandı.
Gezi ve Kürt özgürlük mücadelesinin Rojava’da kazandığı mevziler bu savunuların sınandığı esas eşikleri oluşturdu. Bu coğrafyada demokratik sorunların güçlü bir toplumsal örgütlenme ve sınıf eksenli bir toplumsal mücadeleyle çözülebileceğini hatırlatırcasına faşizmin “tek adamcı” biçiminin kurumsallaşmasına geçildi.
Fakat öncesi bir yana somut olarak AKP’nin ilk on yılında yaratılan ideolojik-siyasi kırılmaların bakiyesi bu döneme de taşındı. Bu bakiyenin en önemli tahribatı, aklımıza gelen tüm demokratik sorunların güçlü bir sınıfsal muhteva kazandığı gerçeğini görememek, bu sorunları kendinde şeyler haline getirerek bütünlüklü bir mücadele programı ve buna uygun örgütlenme-mücadele tarzları geliştirememek oldu. Burjuva iktidar bloku, kimlikçi-kutuplaştırıcı dili-siyaset biçimini en keskin biçimde kullanırken, onun karşısında duran bizlerin de kendi programlarımız-iktidar bilinci ve yaklaşımlarımızla bütünlüklü bir duruştan uzaklaşarak tersinden bir “kimlikçiliğe” savrulmamız oldu. Yani siyaseti onun saldırı biçimlerine karşı savunma ve giderek orada çakılıp kalma biçimine sıkıştırdık.
Oysaki iktidar bilinci, onun kutuplaştırıcı-kimlikçi söylemleri karşısında ezilen tüm kesimleri, yaratılan tüm yıkımları da kapsayacak şekilde daha da belirginleşen emek-sermaye çelişkisi üzerine oturmuş bir mücadele programı-tarzı ve araçlarında somutlamalıydı. O zaman ezilen-sömürülen-baskı ve zorbalığa uğrayan toplumsal kesimlerin buluşacakları, saldırılar karşısında savunmada ve kendi dertleriyle sınırlı bir hatta değil ortak bir mücadele programının özneleri haline gelecekleri bir zeminde buluşmayı yaratabilirdik ve yaratabiliriz.
Bu bağlamda son seçim sonuçları aslında AKP’ye oy veren bir emekçiyi kimlikçi siyasetin tuzaklarından kurtaracak bütünlüklü, çok yönlü ve çok biçimli bir mücadele eksenine, tek tek savunmacı bir yaklaşımdan çıkmaya davettir demek abes olmayacaktır.