Ahmet Güneş
İfrit, cins bir kelime. Aynı zamanda bir itham. Kişisel tarihimde hiçbir zaman bulup kullanmadığım bir kelime olarak hatırlıyorum. Sonra sevdiğim biri kullanınca anlamına bakıp tekrarladım birkaç defa. Farkında olmadan dilime yerleşti bir süre sonra. Bu kelimeyi ben de kullanmaya başladım. Aslında kullanmadan önce yani ifrit demeye ihtiyaç duymadan önce birçok şey diyebiliyor, meramımı anlatabiliyordum. Sonra kestirme, kısa yol gibi geldi, ben de kullanmaya başladım. İfrit böylece dil dağarcığıma girdi. Düşündüm bir ara, kitaplarda, yazılarda, İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’da, hatta günlük konuşmalarda duymuş ama ilgimi çekmemişti. Sevdiğim biri sık sık kullanınca ben de ihtiyaç olarak hissedip kullandım.
Sonra dünyaya da sohbetlere de öyle davrandım. Yani başladım kestirme cümlelerle ifade biçimine. Türkçe felsefe yapmanın zor olduğunu duyduğum ve hissettiğim gibi birçok kelimeye hassas yaklaştım. İki dilli büyüyen insanlar kavramlara ve anlamlarına daha bir duyarlı yaklaşır. Öğrendiğim her başka kelime bir başka kıtada bambaşka çağrışım ve anı dolu. Kürtler, Türkler, Farslar, Araplar ve Ermeniler yakın yaşadıkları için bu benzer çağrışımlar hayalet gibi dolaşır. Çünkü canı alınmıştır o kelimelerin.
Evet, kavramların da canı var. Misal, ilk defa duyduğumuz bir sözcüğün ilk defa kim tarafından kullanıldığını bilir miyiz? Bilim ve ilim bu kadar gelişmişken ulaşmak mümkün mü? Asla. Yani asla demek de bile bir barikat aslında. Bir koridorda yürüyorsunuz, ucu görünmüyor ama birden çıkmaz bir sokakta kendinizi yakalıyorsunuz. Dil ve ilkler birbirine düşman diye düşünüyorum bazen.
Çok sonra düşündüm ve yazdım. Her kelimenin, her kavramın bir canı hatta bir halkı bile var. Hiç bilmediğimiz bir dildeki bir şarkı nasıl dokunuyorsa bize, yine bize devredilen hislerin de hamalı oluyoruz bir anda. Gönüllü hamallık diye bir şey de var. Benzemekten mi yalnızlıktan mı bilemiyorum. Aslında bu konu en başında ırkçı başlayan antropolojiden her daim iktidarlara yarayan psikolojiye, şiirin özgürlüğüne, yani otobüse binerken müsaade istemeye kadar sabıkalı ve anlamlı.
Sonra yine düşündüm; İfadenin, zan altında bırakmanın, zannetmenin ve daha birçok şeyin hafifliğini de ağır yara açmasını da. Hatta bir kelime anı bile kalabiliyor. Derdini kaybetmiş bir derman diyebiliriz. Her şey yakışıyor hayata çünkü alışmak çok zahmet istemiyor. Alışmanın kendisi zaten talep etmez, şipşak oluverir ve sanki öteden beri hep varmış gibi kendini ait hisseder bize. Yerle bir olmak, belki de yer olmak kadar saçma bir benzerlik. Oluveriyor, çok oluyor. Ona da alıştık.
Tarih bilgisi ve araştırması çok çekici bir kuyu gibi geliyor. Bakıp bakıp hayran kalıp, kendi kalıplarını yıkıp yol almak kadar öğretici. Dipsiz kuyu yakıştırması bu yüzden çok yerinde. Kuyu ‘Bîr’ demek Kürtçede, yani hatırlamaktan, miras kalan hafızadan gelir. Vahşeti ve caniliği anımsatır Kürtlerde. Öyle ki düşmanın sana yapamayacağı şey yok dedirtir Kürtlere ama henüz buna karşılık tek kelimelik bir cevap üretilmiş değil. Belki unutma isteği, hafızada kırmızı bir gül kadar kanatıyor. Toplumsal bellek ayrı bir dil, bu bireysel öğretiyi de aşar her zaman ve bir şemsiye gibi bireyi kalabalıklaştırır.
Bu yazı konusuz aslında. Çok konuğu var bir yandan ama pek kimse yaşandığına inanmadığı için şimdilik bir hayalet. Sonra belki birilerinde hayat değil hatıra bırakır. İfrit ile başladı. Afili demek kadar uzak bir yakışıklı. Başlangıcı masallarda korkunç bir cinin efsanesine de dayanır, unutmaya çalıştığın birinin en nefret ettiği birini örnek verdiği kişiyi de hatırlatır; İfrit.
Hatırlamak hafızadan ve ona ayna olan boş bir levhadan gelir. Yeniden öğrenir gibi; naylondan kalpler satılıyor sokaklarda örneğin, yalan haberler günlük gazetelerde, olmayan olaylar siyasi literatürde ve hatta tarih kitaplarında. Sevdiğim insanın sevmediğim lafıyla; Bu ifrit bunları yapanlara, topuna.
* Haftanın kitap önerisi: Truman Capote, Soğukkanlılıkla / Çeviren: Ayşe Ece, Siren Yayınları