Erdoğan Aydın
Denetimden çıkmış görünen koronavirüs salgınının giderek büyüyen kapsamı bütün dünyayı kontrolüne almış durumda. Salgına karşı Batı ülkelerinde uygulamaya sokulan “vatandaşlık ücreti”, krizin toplumsal boyutlarını azaltan bir işlev görürken, onlarla “medeniyet” rekabeti sürdüren muktedirlerimiz, tam tersine, yardım toplama kampanyası başlatarak vatandaşına karşı sorumsuzluk sergiliyor.
Türkiye’de kaynak sorununun ağırlığı, çözümün baskıcı politikalarla ötelenmesini beraberinde getiriyor. Öyle ki bir yandan kamu çalışanları yardım vermeye mecbur bırakılırken diğer yandan belediyelerin kaynaklarına el konulup her türden toplumsal dayanışma, “devlet içinde devlet olma!” suçlamasıyla engellenmeye çalışılıyor.
Söz konusu bu yardım kampanyasının aldığı tepkiler, ona meşruiyet kazandırma amaçlı arayışları da beraberinde getiriyor. Milli Mücadele döneminin “Tekalif-i Milliye” kararları ile bu kampanya arasında kurulan özdeşlik, bu anlamda ona meşruiyet sağlama arayışının sonucu.
Bu açıdan Tekalif-i Milliye’nin ne olup olmadığına bakmak, hem bu özdeşleştirmenin geçerliliğini sorgulamak, hem de Türkiye’de her zaman çok önemli bir sorun olagelmiş olan tarihin doğru bilinci açısından işlevsel olacaktır.
Tekalif-i Milliye neydi? Bugünkü kampanyaya benzer mi?
Tekalif-i Milliye emirleri yayınlandığında, Yunan ordusunun, Eskişehir’i aldığı, Sakarya nehrini aşıp Ankara’ya yöneldiği, Meclis’in Kayseri’ye taşınmasının tartışıldığı oldukça kritik günler yaşanıyordu. Buna karşılık milli müdafaanın, askerini savaştıracak yeterli silahı, besleyecek yiyeceği, giydirecek elbisesi bile bulunmuyordu. Dolayısıyla böylesi kritik koşullarda halktan maddi katkı üretmeye yönelik bir düzenleme, hem zorunlu hem de tartışma götürmez bir açıklıkla meşruydu.
Bugün yaşanan virüs felaketine karşı da elbette halkın katılımı istenebilir ki yerel yönetimlerin yaptığı bu anlamda çok meşru idi. Ancak bir devletin, hele ki bir yandan gelişkinlik iddialarından geçilmeyen diğer yandan ölçü tanımaz bir savurganlık ve yayılmacı hayallerle malûl bir devletin, bundan önce yapması gereken pek çok şey olduğu açık. Örneğin Suriye ve Libya’ya yapılan müdahale harcamalarından, yazlık kışlık saray yapımlarından, makam aracı israfından, nükleer santral yapımı, ağır silahlanma harcamaları, vb. olağan koşullarda bile zaten yanlış olan işlerden vazgeçilerek halkın koronavirüs karşısında korunması ve desteklenmesi için gereken kaynak fazlasıyla üretilebilir. Keza cumhurbaşkanlığının uçak filosu azaltılsa, bugüne dek keyfi bir şekilde zenginleştirilmiş olanlardan servet vergisi alınsa, köprülere, yollara, havaalanlarına yapılan garanti ödemelerinden vazgeçilse toplumu salgına karşı güvenceye almanın en temel adımı olan, vatandaşlık maaşı verilerek karantina uygulamasına rahatlıkla geçilebilir. Demokratik bir ülkede asla yapılamayacak olan İşsizlik Fonu, Merkez Bankası İhtiyat Akçesi gibi kaynaklar boşaltılmasa, İslamcı bir toplum yaratmaya yönelik ideolojik harcamalar gemi azıya almasa, keza demokrasinin gereği Kürt sorununun barışçıl çözümüne yönelinse, Türkiye’nin bu salgın karşısındaki kaynak sorunu kolaylıkla çözülür.
Oysa kendisiyle paralellik kurulmaya çalışılan Tekalif-i Milliye dönemi bambaşka koşullara sahipti. Öyle ki Sovyetler Birliği’nden tam da o günlerde hibe silahlar gelmese kendini savunacak imkana sahip olmayan, hatta askerine yeterli don, çorap, çarık bile bulamayan bir gerçekliğe işaret ediyor.
Nitekim Mustafa Kemal tarafından 7-8 Ağustos 1921’de ilan ettiği Tekalif-i Milliye (Milli Yükümlülükler) öncelikle her aileye bir askeri giydirmesi (çorap, çarık, çamaşır) ve elindeki silah ve cephaneyi orduya vermesi yükümlülüğü getirecekti. Bu kapsamda tüccarın ve halkın elinde bulunan yiyecek, giyecek sabun, gazyağı, yağ, lastik ve savaşta gerekli diğer maddelerin yüzde 40’ının, binek hayvanları ve taşıma araçlarının yüzde 20’sinin devlete borç olarak verilmesi zorunlu kılınacaktı. Yine taşıma aracına sahip olanlar, yüz kilometre asker ve mühimmat taşıma yükümlülüğü üstlenecek, demirci, dökümcü, nalbant, marangoz, terzi gibi meslek sahipleri ordunun emrine girecekti.
Bu çok ağır koşulları yerine getirmek üzere her ilçede bir Tekalif-i Milliye Komisyonu kurulacak, savaş sonrasında bedeli ödenmek taahhüdüyle alınan bu mallar üç ayrı deftere kaydedilecek, söz konusu emirleri uygulamadaki direnç ve suistimallere karşı da İstiklal Mahkemeleri kurulacaktır.
Tekalif-i Milliye’nin Diğer Yüzü: Gayrimüslimlerin Tasfiyesi
Buraya kadarı anlaşılır ve işgalciye karşı savaşın bu çok kritik ortamında, Tekalif-i Milliye’nin zorunlu, acil ve meşru bir seferberlik ve savunma önlemi oluşturacağı açık. Dolayısıyla Tekalif-i Milliye’nin, bugün salgın gerekçesiyle açılan yardım kampanyasıyla kıyaslanamayacağı gibi, İttihatçıların Alman işbirlikçisi olarak ve Turan imparatorluğu hayaliyla girdiği I. Dünya Savaşındaki Tekalif-i Harbiye dayatmasıyla da kıyaslanamayacağı açık.
Ancak Tekalif-i Milliye’yi salt bu meşru yanlarıyla sınırlı anımsamak, açık ki tarihin İslamcı istismarına karşı çıkarken, milliyetçi açıdan istismarına yedeklenmek demek olacaktır. Tarihsel hakikati bütünlüğü içinde kavradığımızda teslim edileceği gibi Tekalif-i Milliye, sadece meşru ve geciktirilemez bir uygulama değil, aynı zamanda o kritik koşullarda bile Anadolu’nun Gayrimüslim halklarının birikimlerinin tasfiyesi ve tektipleştirmenin ifadesidir.
Tekalif-i Milliye’nin emirlerinden bir tanesi de, Kemalist tarih yazınının, “Emval-i Metruke”ye (terkedilmiş mallara!) el konulacağı şeklinde flulaştırdığı 6. maddesidir.
Günümüz Türkçesiyle, “Ülkeyi terk etmiş olanların hazineye geçmiş olan mallarından ordu ihtiyacını karşılamaya yarayacak olanlara el konulacaktır” (Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, c.3, s.152) şeklinde ifadelendirilen bu madde, sürgüne gönderme yasasıyla yurtlarından edilip, önemli bir kesimi yollarda öldürülmüş olan Ermenilerin ve tasfiye edilmeye devam edilen Rumların geride kalan mallarına el koyma emridir.
Üstelik söz konusu bu madde dahilindeki mallara, savaş sonrasında iade taahhüdüyle alınan Müslüman mallarından temel ayrımla, geri verilmemek üzere el konulmaktadır. Bu kapsamda 6. Maddesi, Tekalif-i Milliye’nin meşruiyet alanından gayri meşru alana geçilmesidir. Bu içeriğiyle madde, İttihat ve Terakki iktidarının başlattığı Anadolu’nun etnik arındırılması çizgisinin Milli Mücadele önderliğince de sahiplenildiği ve Gayrimüslim birikimlerine devletçe el konulmasının ilk kez yasal ilanıdır.
Nitekim “3 Nisan 1924 tarih ve 459 sayılı kanunun çıkarıldığı gizli celsede yapılan müzakerede kanun ve ilgili talimatneme ve genelgenin, TC vatandaşı Rum ve Ermenilerin elindeki mazbataları ödememek esasına göre hazırlandığı” belirtilecekti. Eski Maliye Bakanı ve Encümen Reisi Hasan Fehmi, BMM kürsüsünde, “Maddeden maksat, tehcir ve tegayyüp (sürülen ve kaybolan) Rum ve Ermenilerin Tekalif-i Milliye ve Tekalif-i Harbiye mazbatalarını mahsup etmemektir” diyecekti (TBMM ZC, 4-3.4.1340, s. 429; Akt. Nevzat Onaran, Türk Nüfus Mühendisliği, s.538)
Bu madde kapsamında el konulan ve bir daha da geri ödenmeyen malların, Tekalif-i Milliye kapsamında toplanan malların çoğunu oluşturduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Tarihe bütünlüklü ve hak eksenli bakmak
Bu çerçevede eğer tarihi bütünlüğü içinde ve hak eksenli okuyacaksak, meşruiyet dışına çıkan tek yönelimin, günümüzün İslamcı egemenleri olmadığını, dünün milli müdafaa koşullarını Gayrimüslimlerin tasfiyesinin tamamlanması için kullanan milliyetçi egemenlerin de meşruiyet dışına çıktıklarını teslim etmek zorundayız. Tekalif-i Milliye’nin, saldırgana savaşla sınırlanmayıp memleketi Gayrimüslimlerden arındırmayı da kapsamasının değinilmeyen bir sonucu ise, sonraki dönem uygulanacak laikliğin de, modernleşme hamlesiyle sınırlanıp kötürümleşmesidir. Bunun sonucudur ki Türkiye’de laiklik, diğer inançlar tasfiye edilirken, Müslümanlığın, toplumun tektipleştirilmesinde kullanılması şeklinde belirlenecektir. Bu tercih ise Kemalizmin, bir anlamda İslamcı rakibine yol döşemesi anlamına gelecektir.
Bu noktada; Mustafa Kemal’in “Gayrimüslimleri tasfiye amacıyla davranmadığı, o günün koşullarında elde ne var ne yok el koymak zorunda olduğundan, onların mallarına müdafaa amacıyla el koyması doğaldı” denilebilir mi? Bunun gerçeklik karşısında açık bir zorlama olacağı açık. Nitekim Milli Hareketin ilk savaşının K. Karabekir komutasında Ermenilere karşı gerçekleştirilmesi, gayri nizami harp yöntemleriyle Pontus Rumlarını tasfiye eden (ve yine Koçgiri halkını kıran) Topal Osman’ın Milli Muhafız Komutanlığına yükseltilmesi, keza Ermenilerin eski topraklarına geri gelmelerinin engellenmesi, Gayrimüslimlerin tasfiyesi konusunda İttihatçılardan farklı düşünülmediğinin göstergesi. Bu anlamda “Vatanın”, binyıllardır üstünde yaşamakta olan halkların ortak mekanı yerine, devlet kadrolarının belirlemesiyle önce Müslüman, sonra da yalnızca Türk-Müslüman kimliğe ait kılınması, İttihatçılarla Kemalizmin ortak paydasını oluşturur. Yüzyıl sonra bile hala “halkın devleti ve ülkesi” haline gelememiş ve hala “devletin ülkesi ve milleti” konumunu aşamamış olmamızla bu geçmiş arasında neden sonuç ilişkisi olduğu açık.
Meclis iradesinin etkisizleştirilmesi
Tekalif-i Milliye emirlerini verecek konuma yükselme sürecinin bir diğer sorunlu yanı da, Meclis egemenliğinin, tek adam egemenliğine doğru el değiştirmesinin başlamasıdır. Bu ise günümüzde tek adam rejimine haklı olarak karşı çıkanları, irdelediğimiz dönem ve sonrasına ilişkin de aynı iç tutarlılığı sergilemekle yükümlü kılmaktadır.
Kuşkusuz günümüze oranla dünün koşullarında tek adamlığın meşruiyetinden söz edilebilir. Ancak Tekalif-i Milliye emirleri öncesinde Mustafa Kemal’in Meclis’ten talep ettiği şey, Meclis başkanlığı yanında başkomutanlığın da kendisine verilmesiyle sınırlı değil, aynı zamanda Meclis’in tüm yetkilerinin de kendisi tarafından kullanılma yetkisidir. Öyle ki bu durum giderek süreğenleşecektir. “Mustafa Kemal Paşa’nın (144 sayılı kanunla) sadece üç ay için istemiş olduğu bu çok geniş yetkiye dayanan başkomutanlık görevi, 160, 189, 229 sayılı kanunlarla üç kere daha uzatılmış, 245 sayılı kanunla da, istenince geri alınmak üzere, süresiz olarak verilmiştir.” (Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s.189)
Söz konusu bu talep ilk anda 3 aylığına istenmiş olsa da, giderek yeni bir geleneği başlatacaktır. Artık kendini Meclis’e dayatabilen, kritik kararları Meclis dışında, örneğin Çankaya Sofrası’nda alıp akabinde Meclis’te yasallaştıran, Meclis’i kararların meşruiyet aracına indirgeyen, feshedebilen (I. Meclis’in lağvı), milletvekillerini manipüle edebilen, kimin milletvekili olacağına liderin karar verdiği bir siyaset geleneğinin başlaması, Türkiye’nin I. Meclis’le yakaladığı gerçek bir çoğulculuk, laiklik ve demokrasi imkanına yabancılaşmayı getirecektir.
Bu durum sadece siyaset biçimini etkilemekle kalmayacak, tüm bu tarihin tek adam merkezli yazılması gibi bilimsel gerçeklikle de uyumsuz bir zihniyetin modern kuşaklarda yaygınlaşmasına neden olacaktır. Atatürk için meşru görülen bu oldu bittiler ise, sonraki sağcı siyaset modellemesinin toplumsal dayanaklarını güçlendirerek günümüzün tek adam rejimine moral dayanaklar sağlayacaktır.