31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sürece girdi. Tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan AKP cephesinde de, muhalefet tarafında da tartışmalar sürüyor, yeni yol haritaları çiziliyor. Bu koşullarda hazırladığımız dosyamızda, görüştüğümüz siyasi odaklar ve toplumsal kesimlere, öncelikle ‘şimdi ne olacak’ sorusunu yönelttik. Gelinen noktada, bir demokrasi cephesinin imkânlarını, mevcut muhalefet toplamının nasıl bir ittifaka dönüştürülebileceğini, bunun hangi temeller üzerini kurulabileceğini sorduk. Aynı çerçevede, yeni bir demokratik anayasa meselesinin nasıl ele alınabileceği de başka bir sorumuzdu. Bu arada yazılı belge olarak anayasanın tek başına bir anlam ifade etmediği, bunun daha geniş bir demokratik dönüşümün parçası olarak nasıl ele alınabileceğini de sorularımıza ekledik. Ortaya çıkan tabloyu okurlarımızla paylaşıyoruz. Bugün hukukçu ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü olan Osman Can, Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şube Başkanı Gökmen Yeşil ve Avukat Can Atalay’a sorduk.
Osman Can / Eski Anayasa Mahkemesi Raportörü
Aslında, Türkiye’nin yeni Anayasaya ihtiyacı hiç bitmedi, çünkü bu ihtiyaç hiç giderilemedi. 2010 referandumundan sonra başlayan ve 2011 yılında Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun hayata geçirilmesiyle elle tutulabilir bir hedefe dönüşen toplum merkezli anayasa hayali, kısa sürede siyasi partilerin çok sorunlu tarihsel bagajlarını ve “öteki”ni alt etmeye odaklı siyasal taleplerini masaya koymaları nedeniyle hayal kırıklığıyla son buldu. 2017 yılında ise, gerek mühendislik boyutu, gerekse demokrasi, insan hakları ve özgürlükler yönünden muhtemelen bu toprakların gördüğü en kötü anayasal değişimlerden birini yaşadık. İktidarın tek elde toplanması, Meclis’in anlam ve işlevini yitirmesi, yargının bağımsızlığını kaybetmesi, yurttaşlar bakımından bir güvencesizlik yarattı.
‘Anayasasız’ durumdayız
Son referandumla yapılan şey ise bir anayasal biçimlendirme değil, aslında öteden beri sorunlu olan bir anayasal düzenin bütünüyle yitirilmesi oldu. Bu nedenle tartışılan şey sistemin hataları, arızaları vs değil, tartışılan şey aslında anayasasızlıktır. Yani sorun anayasadaki eksiklikler değil, anlam ifade eden işlevsel bir anayasanın yokluğu. Anayasanın revizyonundan, eksikliklerinin giderilmesinden söz edenler, esasen referanduma destek vermiş olan kesimlerdir. Bunun nedeni de bana göre, demokrasi bakımından ölümcül bir hata yapmış olduklarını kabul etme ve bunun sorumluluğunu üstlenme konusundaki sıkıntılarıdır. Bence bu kesimler dahi anayasal düzenin artık çöktüğünü ve yeni bir sürece ihtiyaç olduğunu görüyor.
Gizli kapaklı olmaz
Türkiye’de şu an hayatta olan hiç kimse demokratik bir Anayasa görmedi. Evet, Anayasa’nın ne olacağını, yapım yöntemiyle kimin tarafından yapıldığı hususu belirliyor. Bir kesim kendi hakimiyetini pekiştirmek için yapıyorsa, yöntemi tabii ki buna göre belirleyecek, katılımcı, çoğulcu olamaz, şeffaf olmayacaktır. Toplumun tüm farklılıklarının özgür bir ortamda katılımına dayanan demokratik Anayasa yapım yönteminde ise zaten ortaya çıkacak şey toplum sözleşmesi olacak. Zira her bir unsur kurucu olacağından, bir kesimini, sosyolojik ve prosedürel olarak dışlayacak bir anayasa yapımı mümkün olmayacak. Toplum sözleşmesi ideal Anayasa değildir, ama tüm katılımcıların üzerinde uzlaşabileceği asgari metin olacak, ancak geliştirmeye de müsait dinamik bir metin olacak. Zira anayasa ile toplumun tüm kesimi arasında bir benimseme, onaylama ve sahiplenme ilişkisi üretecek. Bu ilişki siyasal düzen ile toplum arasında da kurulmuş olacak. Bunun sonuçlarını, deneyimlerimiz ve içinde bulunduğumuz siyasal atmosfer içinde hayal dahi edemiyoruz maalesef. Ama mümkün.
Türkiye’nin tek kapsayıcı ve ademi-merkeziyetçi Anayasası olan 1921 Anayasası’nın tarihin en zor zamanlarında nasıl bir bütünlük sağladığını deneyimledik. Hukukçular oturup yazamaz. Toplumsal taleplerin ne olduğu ve toplumun neyi beklediği hususu hukuki bir konu değil, aksine politik bir konu. Hukukçu politik kararı sadece hukuk normu biçiminde ifade eder. Toplum tartışmalı, toplumsal talepler somutlaştırılmalı, toplanmalı, analiz edilmeli, toplumun geçmişe, ana ve geleceğe dair talep ve beklentileri tespit edilmeli, ardından buna uygun araçlar inşa edilmeli. Son halde ortaya konan araçların topluma güven sağlayacak, buna karşın onun özgürlüğüne tehdit oluşturmayacak şekilde uyumlulaştırılması sağlanmalı. Ama kapalı kapılar ardında hazırlanmış müzakereye ve kamuoyu denetimine kapalı bir anayasa sürecinin toplumsal barışı tesis etme iddiasının geçerli olmadığı kanaatindeyim.
Bütün sistemi ele almalıyız
Benim anayasa tasavvurumda, anayasada yer alan temel hak ve özgürlük normları ikincil düzeyde. Yani yaratılmış bir devlete “haklara saygı duy!” emri vermeye benzer. Devlet “saygı duymayacağım!” dediğinde yapacağınız bir şey yok, geçmiş olsun. Benim tasavvurumda temel haklara saygı duyulması ve korunması, doğrudan devleti nasıl yapılandırdığımızla bağlantılı. Devletin bir yandan güvenlik sağlarken, diğer yandan özgürlüklere ve farklılıklara tehdit olabilecek kabiliyetinin ortadan kaldırılması daha hayati bana göre. Katılımcılık ve çoğulculuğu idari ve siyasi işleyişin tüm aşamalarında, yerelden merkeze hakim kıldığımızca, toplumsal dengeyi, siyasal denge haline getirdiğimizde, her bir farklılığın hakkına yönelik bir hak ihlali, devlet yetkisini kullanan insanlarda bir acıya ve itiraza yol açabilir ve bu itiraz devletin işlem ve eylemlerini de biçimlendirir. Meclis’te, yargıda, Anayasa Mahkemesi’nde, hükümette, kurullarda, güvenlik birimlerinde eşit veya eşite yakın kadının bulunduğunu düşünün, kadına yönelik şiddet konusunda daha farklı bir aşamada oluruz.
Aynı akıl yürütmeyi toplumun renk, dil, cinsiyet, kültür, ırk, inanç vs farklılıkları yönünden de yapabilirsiniz. İnanın başka bir dünyayı inşa edebiliriz, bireyi, toplumu ve bununla bağlantılı olarak devleti güçlendiririz. Ve bunu Türkiye’de yapabilecek kapasitemiz vardır. Tabii ki bunun için “haklar bildirgesi” biçiminde bir iyi niyet beyanının ötesine geçmeliyiz. Aksine devletin yapısı üzerinde çalışmalıyız. Hem sonucu itibariyle toplumsal gerçekliğin ifadesi olan, hem de toplumsal gerçekliği dönüştürebilen, toplumsal onaya dayanan, benimseme ve sahiplenme ilişkisi üzerine kurulan, uluslararası hukuk zemininde de meşrulaştırılan bir anayasal düzen inşasını hedeflemeli. Bu hedefi önümüzdeki süreçte tüm siyasi partiler, siyasi ve ekonomi aktörleri, sivil toplum ve akademi olarak tayin edersek, bu defa doğru başlangıç yapabiliriz.
Kimin için yeni bir Anayasa?
Gökmen Yeşil / Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şube Başkanı
Aslında bugünkü durgunluk biraz normal gibi… Seçimler zaten “herkes evine dağılsın” diye yapılmaz mı? Tabii ki seçimlerin tümüyle oyun, tümüyle kurmaca ve aldatmaca olduğunu söyleyemeyiz. Ancak tercihlerimizin nasıl oluştuğu çok önemli. Ekmek, adalet ve özgürlük tümüyle gasp edilmişken çeşitli alternatifler belirir. O alternatiflerden bazıları baskılanır, ağır bir şiddet ve kara propaganda altında tercih olmaktan çıkarılır. Bu arada insanların evine dağılmama ihtimaline karşı makul seçenekler sunulur. Evet, doğru, insanlar sadece İBB seçimleri için bir araya gelmedi, ancak önündeki makul seçenek buysa onunla yetinecektir, şimdilik tercih edilen budur.
Solun inisiyatif alması
Bu zeminin altında demokrasi cephesi var tabii… Ama cephenin lokomotifi yok. Katarı çekeni otomatik pilot kullanıyor ve nereye varacağı belli. Egemenlerin sol muhalefet üzerindeki en önemli başarısı solu desantralize etme ve kurumsallığını dağıtma oldu. Şimdi bu nasıl toparlanır, bunu düşünmemiz lazım. Demokrasi cephesinin inisiyatif almasının bir yolu 1970’lerde gösterilmişti, geliştirilebilir… Bir yolu da işçi ve yoksullar arasında her bir kurumun; sendika, dernek, hukuk örgütleri, parti ve çevrenin yoğun, sabırlı, sistemli çalışması ve kendi arasında da bir koordinasyon kurması ile mümkün… Yani, sol yatmıyor, on yıllardır çalışıyor, sokak sokak bu topraklarda ter ve kan akıtıyor ancak yarattığı birikim desantralizasyon neticesinde merkez alternatifler tarafından emiliyor.
Anayasa yok
Anayasa’ya gelince. Ortada gerçekten bir Anayasa yok şu anda; klasik normlar hiyerarşisi şeklinde anlatılan sistem tümüyle dağılmış durumda. Ancak bu, AKP’nin suçu değil ya da AKP’ye özgü değil. Paylaşım savaşına bağlı olarak hem emperyalist ülkeler hem yeni-sömürge bölgesel güçler, uzun süredir normlar hiyerarşisini terörle mücadele konseptine göre yeniden organize etti. Esas olan ‘terörle mücadele yasaları’, hiyerarşinin en tepesinde o var. Anayasa, evrensel sözleşmeler ve yasalar da ona göre şekilleniyor ve uygulanıyor. Hatta AİHM’in birçok kararında da buna uygun örtülü bir anlaşma olduğu görülüyor.
Henüz zaman var
Bu bağlamda, kimin için yeni bir anayasadan söz ediyoruz? Egemenler küresel paylaşımı henüz sonlandırmadı. Buna bağlı sömürü ve baskıdan homurdanan iç muhalefet de sindirilmiş değil… O halde yeni bir anayasa ve yeni bir “toplum sözleşmesine” biraz daha zaman var. Eğer ezilenlerin emeğini, hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak bir anayasadan söz ediyorsak, onun için yukarıda bahsettiğiniz cephenin ne durumda olduğuna bakmamız gerekecek. Yeni anayasa gibi medyatik tartışmalar ÇHD’nin pek ilgisini çekmiyor. ÇHD ezilenler ve yoksulların en geniş anlamda hak ve özgürlüklerinin korunması için onlarla birlikte çalışmaya gayret ediyor. Zeminin kendisini güçlendirmek için hukuki mücadele alanında mütevazı emeğiyle var olmaya çalışıyor.
Yeni bir kurucu irade gerekli
Can Atalay / Avukat
Gerek İstanbul’un gerekse Türkiye’nin -asgari olarak- hukuk devletini ve demokratik hakları kazanmak, sosyal haklarda kısmi bir iyileşme elde edebilmek için “kurucu” bir sorumluluğa talip olunması gerektiği açık. Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun bu karanlıktan çıkışının bir “normalleşme” ile olabileceğini düşünmüyorum. Köklü bir değişim zorunludur. Artık sadece sokakta değil sandıkta da değişim taleplerini somutlaştıran kitleleri yatıştırmak tıpkı 1908 devriminde olduğu gibi istibdata son verenlerin kısa bir süre içerisinde yeni bir istibdat inşa etmeleri sonucunu doğurabilir. Anayasal kurum, kuruluş ve kuralların bu denli tahrip edildiği tarihsel anda ben hızlıca yeni bir Anayasa’nın “ben yaptım oldu” saçmalığına dönüşebileceğinden korkarım. Türkiye’nin (ve Ortadoğu’nun) eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde yeniden kurulabilmesi için bu karanlıktan çıkışın “Anayasal İlkeleri” kayıt altına alınmalı, neoliberal “kısa anayasa” zırvalarına kapı aralanmamalıdır… Ben daha çok somut mücadele programlarından ve bu temelde yan yana gelişlerden yanayım. Her yeni eşikte işlevi belirsiz platformlar kurulması ön açıcı olmuyor ne yazık ki…
Karanlıktan çıkış… Ama nasıl?
Bu karanlıktan çıkış için bir “hukukçular komisyonu”na hazırlatılacak bir metnin yeni “toplumsal sözleşme” niteliğinde olamayacağı açıktır. İhtiyacımız olan birbiri ile eşit ama birbirinden farklı tüm toplumsal kesimlerin özne olacağı bir kuruluştur. Türkiye’nin karanlıktan çıkışı mühim ancak en az bunun kadar bu çıkışın “nasıl” olacağı da mühimdir. Kısaca, 24 Ocak kararlarının ve bu kararların uygulanması işlevini de gören 12 Eylül darbesinin, cunta eli ile düzlenmiş toplumsal koşullarda başta özelleştirmeler olmak üzere takip edilen iktisadi/ sosyal siyasetinin ve en nihayetinde 2001 krizinin çocuğu olan AKP’nin nasıl ortaya çıktığını akıldan çıkarmamak zorunludur. Soma’daki işçinin meselesini dert etmeyen, Aladağ’daki çocukları hala cemaat yurtlarına teslim eden bir rejim olsa olsa neo- AKP olarak nitelenebilir… Türkiye’de hakları şekli olarak verme(!) çabasının beyhude olduğunun anlaşılması sağlanmalıdır. Türkiye’ye yeni bir kurucu irade gereklidir.
YARIN: DİSK GENEL BAŞKANI ARZU ÇERKEZOĞLU – KESK EŞBAŞKANI MEHMET BOZGEYİK – İŞÇİ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MECLİSİ ÜYESİ MURAT ÇAKIR