Hasankeyf’in tarihi bütün mirasına rağmen sular altında bırakılması, Kaz Dağları’nda yapılmak istenen altın madeni ve son olarak da İzmir’de orman yangınları, doğa ve tarihe yönelik iktidarın politikalarını göz önüne seriyor. Haftalardır Kaz Dağları’nda binlerce insan madenin yapılmaması için direnişte. Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü ve doğa aktivisti Burak Özgüner, konuyu Fırat Haber Ajansı’na (ANF) değerlendirdi.
Türkiye’de doğa katliamına ilişkin gösterilen tepkilere değinen Özgüner, tepkinin sadece toplumun bir kesiminden geldiğini belirtti. Tepkinin yetersiz olduğunu söyleyen Özgüner, “Yeterli bir tepki olsaydı coğrafyamızdaki ormanlar, akarsular, göller, dağlar ve yaşam ortamları tüm bu doğal alanlar olan yaban hayvanları, bu kadar kolayca metalaştırılıp gözden çıkarılamazdı. Türkiye’de, bu yıkım ve kıyıma tepki verenlerin en başında, yaşam alanları tahrip edilerek gündelik yaşantıları sekteye uğratılan insanlar geliyor. Türkiye kırsalında, bölgeye zarar verecek projelere dair öngörülere sahip insanların kendi yerellerinde örgütlenerek her türlü mücadeleyi verdiklerini görüyoruz. Yerellerde, halkın örgütlediği direnişler, toplum tarafından ne kadar sahipleniliyor ise o direniş o kadar büyüyebiliyor” diye konuştu.
“Doğa katliamlarına yönelik tepki ve duyarlılığı yetersiz bulmamın yanında, verilen tepkilerin, atılan sloganların daha çok insan merkezci olduğunu düşünüyorum” diyen Özgüner, şöyle devam etti: “Bu coğrafyadaki hayvan özgürlükçülerin, derin ekolojistlerin yıllardan beri getirdiği bir eleştiridir. Yok olan endemik bitki ve hayvan türleri, zorunlu göçe mahkum edilen hayvan türleri, bizlerin dışındaki hayvanların aile ve sosyal ilişkilerinin, beslenme alışkanlıklarının ne şekilde etkilendiği; yaşadıkları açlık ve susuzluk, annesiz kalan yavrular… Bunlardan daha yeni yeni bahsedilmeye başlandı ve bunlar bile hâlâ insan-hayvan ikiliği, çatışması üzerinden tartışılıyor. Enerji projelerinde, maden tetkik ve sondaj faaliyetlerinde patlatılan her dinamitle hayvanlar korkunç bir kırım, kıyım yaşıyor. Kentlerin dış çeperlere genişletilmesi, kentleşme ile iyice yaban hayatın yaşam ortamlarının işgal edilmesi hayvanların düzenini alt üst ediyor. Tüm bunların gözümüzün önünde yaşanmıyor oluşu, belki insanların vicdanına hitap etmiyor olabilir, insanlarda rahatsızlık uyandırmayabilir, ancak ekolojik yıkımın olumsuz etkilerini artık gündelik yaşantımızda rahatlıkla hissetmeye başladık. Dolayısıyla daha çok insan tepki vermeye başladı. İnsan merkezcilik, zihnimize, damarlarımıza o kadar işlemiş ki verdiğimiz tepki bile faydacılık üzerinden.”
Önlem almak yerine…
Kaz Dağları’ndaki altın madeni için “Tam bir işgal, talan ve yıkım projesi olarak değerlendiriyorum” diye konuşan Özgüner devamla şöyle dedi: “Doğa da hayvanlar da insanlar da feci şekilde etkilenecek. Başlangıç aşamasında bile çok şiddetli bir ekolojik yıkıma neden olundu ve Kirazlı’daki proje alanındaki doğaya yönelik saldırılar daha da şiddetini arttırdığında ve Çanakkale’nin diğer yerlerindeki maden projeleri ile birleştiğinde onarılamaz yaralara neden olacak ve Çanakkale’yi kangrenleştirecek. Kaldı ki doğayı, yaşamı ve toplum sağlığını gözeten bilim insanları, bölgedeki madencilik faaliyetlerinin ne gibi sonuçlar doğuracağını çok net bir şekilde, bilimsel verileri ile ortaya koyuyorlar. Çanakkale’den yükselen maden sevdası, tüm Marmara’yı etkileyecek.”
Bu politikaların sadece hükümet politikası olmadığını söyleyen Özgüner, “Elbette hükümetin belli başlı hataları var ama ilk önce, neoliberal politikaların ve tekno-endüstriyel kapitalist sistemin dünyayı ne hale soktuğunun farkına varmalıyız. Toplumda hâkim olan, menfaatimiz için, yeryüzündeki her varlığın tüketilebileceği algısı değişmediği sürece, bu hükümetten sonra gelecek hükümetlerden de farklı bir şey beklememek lâzım. İnsanlar, küresel iklim krizini daha belirgin şekilde yaşamaya başladığında, neoliberal politikalar da hükümetler de değiştirilecek, ancak o noktaya geldiğimizde büyük ihtimalle hükümet, devlet, sınır, sınıf gibi kavramların da bir önemi kalmayacak. Yaşanacak bu felaketlerden de iklim değişikliğini ‘kötü bir senaryo’ olarak görüp harekete geçmeyen tüm hükümetler sorumlu olacak. Bu sorumlulardan bir tanesi de Türkiye’deki hükümet olacak. Son yıllarda artan sel, heyelan gibi doğal afetlerin nedenlerini araştırmak ve bu etkenleri bertaraf etmek yerine, afetleri ‘Allahın takdiri’ olarak değerlendirmek, İslam’daki tevekkül mantığına ters bir kere… Önlem almak yerine, her felakette sadece ilahi güç işaret edilecekse böyle düşünen politikacılar hastalandıklarında tedaviyi reddederlerse ancak samimi olurlar” dedi.
Hayvanlar zarar görüyor
Doğa tahribatında hayvanların yaşam alanlarını terk etmek zorunda kaldıklarını söyleyen Özgüner, “Bu süreçte annesini kaybeden yavrular, açlıktan yaşamını yitirebiliyor. Tehlikede olan hayvan türlerinin yaşam alanlarına dikkat edilmediği için ekolojik yıkıma neden olan projeler bazı hayvan türlerini bitme noktasına getiriyor. Yaşam alanları kıskaca alınan yaban hayvanları, insan yerleşimlerine girmek zorunda kalıyor ve buralarda öldürülüyorlar. Kuşların göç yollarına dikkat edilmediği için birçok can kaybı yaşanıyor. Baraj sularında boğulan karacalara tanık olduk. Türkiye’de sadece 6 tane yaban hayvanı kurtarma ve rehabilitasyon merkezi olduğundan, bu projelerden olumsuz etkilenen, yaralanan hayvanlara zamanında müdahale edilemiyor; gerçek anlamıyla bir “rehabilitasyon” hizmeti verilmiyor. Bu da can kayıplarını arttırıyor” dedi.
‘Neler yapılmalı?’
Son olarak neler yapılması gerektiğine ilişkin konuşan Özgüner, “Orman yangınlarını umursamayan ya da orman yangınlarının arasında dahi bir kıyaslama yapan bir toplumda ise ben bir gelecek göremiyorum maalesef. Öte yandan, iklim değişikliği, ekolojik yıkım gündemimizde olmadığı ve kendimizi değiştirmediğimiz sürece, hep birlikte, insanıyla, hayvanıyla, ağacıyla nice acılar yaşamaya devam edeceğiz. Olan, her zaman olduğu gibi, en başta hayvanlara ve doğaya olacak. İnsan merkezcilik, hayatımıza o kadar işlemiş durumda ki toplumun haber alma hakkını sağlayan basın, orman yangınlarında yaşamını yitiren sayısız hayvanı yok sayarak haberlerini yapıyor. İnsan merkezciliğin yanında, bir de özellikle Türkiye toplumunu sarmış olan nefret kültürü ve ırkçılık var tabii. Orman yangını, batıda gerçekleşiyor ise ‘Türkiye’nin ciğerleri yanıyor’ haberleri yapılırken, yangın eğer Türkiye’nin doğusunda gerçekleşiyor ise bu, ana akım medya için bir haber değeri taşımıyor genelde. Medyanın bu ayrımcılığa son vermesi gerekiyor. Toplumsal muhalefet, ekoloji ve hayvan hakları konusunda artık elinden geleni yapmalı. Bütüncül bir mücadelenin örülmesi; doğaya, hayvanlara zarar veren her politikaya, uygulamaya birlikte karşı çıkabildiğimiz zaman ancak bir şeyleri değiştirebileceğimize inanıyorum.”
Yıkım durdurulmalı
Tarihi Hasankeyf kentinin baraj suları altında bırakılmasına ilişkin değerlendirmelerde bulunan Burak Özgüner, mevzunun sadece bir baraj meselesi olmadığını ifade etti. Hasankeyf’teki yıkımın başta bölge halkı olmak üzere karşı çıkışların dikkate alınarak durdurulması gerektiğini belirten Özgüner şöyle devam etti: “Hasankeyf’te bugüne kadar araştırma yapılmamış yüzlerce arkeolojik höyük bulunduğu biliniyor. Baraj sularının dolması ile insanlığın geçmişine ışık tutacak arkeolojik unsurlar tahrip edilmiş olacak ve büyük bir fırsat da kaçırılmış olacak. Bu coğrafyada bugüne dek kendisine yurt bulmuş her medeniyet, eşit derecede önemli. Birisini değerli görüp bir diğerini değersiz görmek, hem sığ bir bakış açısını işaret ediyor hem de bin yıllar öncesinden günümüze ulaşmış bir tarihi, kültürü yok saymak anlamına geliyor. Ayasofya ya da Göbeklitepe’ye ne kadar değer veriliyorsa Hasankeyf’e de en az bunlar kadar değer verilmeli. Belki de birçoğumuzun hayatı Hasankeyf’te kesişiyor, ancak bu tarihsizleştirme, belleksizleştirme ve mekansızlaştırma ile bu coğrafyaya dair birçok sır, gün yüzüne çıkamayacak ve yakın geçmiş açısından bölgedeki kültürel öğeler de kısa süre içerisinde silinmiş olacak. Öte yandan, baraj projesi ile Hasankeyf ve çevresinin kırsal, kentsel ve ekonomik olarak yeniden tasarlanılacağını düşünüyorum ve bu yine, bölgedeki halka danışılmadan, merkezi yönetimden gelen taleplerle tepeden inme bir şekilde yapılacak. Hasankeyf’in, ‘Dünya Kültür Mirası Listesi’ için belirlenen 10 kriterden 9’unu karşıladığı yıllardır ifade ediliyor, ancak yetkililerin resmi başvuruda bulunmaması nedeniyle Hasankeyf’in uluslararası koruma altına alınması da engelleniyor.”
‘Aynı tepki gösterilmiyor’
Burak Özgüner, bölgelere göre, yapılan tarihi ve doğa tahribatlarına hem toplum hem de devlet tarafındanaynı oranda tepki gösterilmediğini söyledi. Özgüner, “En basitinden; Muğla’daki orman yangını için devletin tüm imkanları seferber edilirken Dersim’de, Cudi’de, Lice’deki orman yangınına itfaiye ekibi gönderilmeyebiliyor. Kimse, durumu ‘teröre”, ‘terörle mücadeleye’ bağlamasın; Edirne’deki orman ile Siirt’teki orman arasında bir fark yok çünkü. 2015’te, çatışma ve savaş ortamı nedeniyle çıkan orman yangınlarından kaynaklı ekolojik tahribatı gözlemlemeye dahi gidemedik biz. O dönem, ormanlarla birlikte insanlar da yakılmadı mı? Ormanlara nasıl ki su taşınmadıysa o dönem insanların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamasına dahi izin verilmedi. Kaz Dağları’nda şu anda ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ devam edebiliyor ama Hasankeyf’te insanlar feci şekilde darp edilerek bölgeden uzaklaştırılmaya çalışıldı, gözaltına alındı. Kürdistan coğrafyasında bırakın doğayı korumayı, insanlar doğayı korumaya çalışırken canından oluyor. Orman yangınlarının kasıp kavurduğu, yaşamı bitirme noktasına getirdiği bölgeler, aynı zamanda 90’larda boşaltılan köyler. 2010’lu yıllarda köylerine tekrar dönmeye başlayan insanlara ve özellikle barış süreci ile asıl yuvalarına dönmeye başlayan yaban hayvanları için yıllardır devam ettirilen orman yangınları çok büyük travmalara sebep oluyor. Ne devletin ne de hükümetin, bölgede yaşamını sürdürenlere böyle bir mezalim çektirmeye hakkı var” ifadelerini kullandı.
İSTANBUL