“ İnanç sokakta olmasın, mahallede olmasın, şehirde olmasın ve insanın içinde olsun gibi bir anlayış var. İnsan ile Allah arasında olsun, evine, ticaretine, siyasetine, adaletine yansımasın diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar.”
Ali Erbaş, Diyanet İşleri Başkanı
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ayasofya’nın ibadete açılışındaki kılıçlı şovu ve sonrasında yaptığı açıklamalar haklı tepkilere neden oluyor. Bununla birlikte, “Türkiye laiktir, laik kalacak”, “Laiklik elden gidiyor…” türü tepkilerin reel bir değeri yok. Dolayısıyla durumun netleştirilmeye ihtiyacı var. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğrudan devamıydı. Osmanlı İmparatorluğu da Bizans’ın devamıydı. Osmanlı İmparatorluğu bir İslam devleti olmadığı gibi Bizans da bir Hıristiyan devleti değildi. Din-devlet ilişkisinde ilişkinin yönü daima siyasetten dine doğrudur… Din de son tahlilde bir ideolojidir ve yoruma tabidir. Önemli olan, onu kimin nasıl yorumladığı ve nasıl kullandığıdır. Herkes kendi yorumunu gerçek İslam sayar… Hiçbir Şeyh-ül İslam padişahın iradesine karşı bir fetva veremezdi. Öyle bir şeye cüret ederse boğularak idam edilmekten kurtulamazdı… Onun için neyi yapmayacağını bilirdi. Ali Erbaş da bir devlet memurudur ve başına buyruk olarak asla bir şeye tevessül edemez. Saray ne istiyorsa onu söylüyor. Öyle bir şeyin mümkün olmaması için Diyanet’in ‘bağımsız’ bir kurum olması ve her inanç grubunun ibadet ihtiyacını kendisinin karşılaması gerekirdi… Devletten maaş alan din adamı devletin dilini konuşur… Bizde Diyanet İşleri Başkanlığı (bakanlığı) tam bir gericilik yuvasıdır.
Cumhuriyet’le birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Şeyh-ül İslamlık kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı adını alarak, kaldığı yerden yola devam etti. Dolayısıyla din-devlet, din-siyaset ilişkisinin mahiyeti değişmedi. Adı ‘başkanlık’ olsa da aslında o bir bakanlıktır, herhangi bir devlet kurumu değildir. Daha da ötede, birçok bakanlıktan da büyüktür. 17 bakanlığın yedisinden daha büyük bütçeye sahiptir… 16,1 milyar liralık kaynak kullanıyor ama isterse daha çoğunu da kullanabilir… Devletin göbeğinde böyle bir kurum varken, okullarda din dersi zorunluyken, hâlâ laiklikten söz edilebilir mi? Hızlarını alamamışlar ki 4-5 yaşındaki çocuklar için Kuran kurslarını da zorunlu eğitime dahil etmek istiyorlar…
Anayasaya laik yazmakla bir rejim laik olmaz. Anayasa son tahlilde bir kağıt parçasıdır… Önemli olan onu kimin yaptığı, nasıl uyguladığı veya uygulamadığıdır… Cunta Anayasası’nın ikinci maddesinde, ‘Türkiye demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor… Bunların hangisinin gerçek bir karşılığı var? Hiç oldu mu? Faşist cunta yönetimine bu kavramlar yakışır mıydı? Tabii her söylenene, her duyduğuna inanmak gibi bir alışkanlığı olanlar için mesele yok…
Geride kalan yüzyılda, siyasi iktidarlar dini ihtiyaca göre araçlaştırdılar, kullandılar. Dozunu kendileri ayarladıkları bir dinci gericiliğe her zaman ihtiyaç duydular. Zira sadece uyduruk ‘resmî ideolojiye’ dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… İkinci emperyalist savaş sonrasında, ABD ve müttefiklerinin (kolektif emperyalizm) İslam coğrafyasına dahil ülkelerdeki anti-emperyalist, ulusçu, sosyalist, demokratik hareketleri ve rejimleri etkisizleştirmek, Sovyetler Birliği’ni ‘kuşatma’ stratejisinin de bir gereği olarak dini kullanma tercihine, bir NATO ülkesi olan ve ‘Küçük Amerika’ olmak için yanıp tutuşan Türkiye de dahil olmuştu. Dinci gericilik ilerici-sol-sosyalist yükselişi durdurmak için seferber edildi. Dinci unsurların devleti kuşatması bilinçli bir tercihti… Devlete sızma yok, sızdırma var. Esasen Türkiye’de rejim üç sütun, üç başkanlık üzerinde duruyor: Genelkurmay Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve TÜRK-İŞ Başkanlığı. Siz bugüne kadar TÜRK-İŞ’in herhangi bir toplumsal soruna dair bir şey söylediğini hiç duydunuz mu? Devlet sendikasının neyi ne zaman söyleyeceğine de devletimiz karar verdiğine göre…
Bir rejimin laik sayılabilmesi için devletin (siyasi otoritenin) tüm dinler, inançlar, mezhepler karşısında eşit mesafede durması onu laik yapmaz… Kaldı ki bizde Diyanet İşleri Başkanlığı açıkça mezhepçilik yapıyor. Müslüman-Sünni-Hanefi olmayanları dışlıyor… Bir rejimin laik sayılmasının vazgeçilmez koşulu, devletin hiçbir dini işlev üstlenmemesi, dinin de her ne surette olursa olun, siyaset alanına karışmamasıdır… Siz dine karışırsanız, o da size karışır… Geçerli mezhepçi din anlayışı, sadece Hıristiyanları değil; Alevileri, Kızılbaşları, ateistleri, deistleri vb. dışlıyor, düşmanlaştırıyor… Müslüman olmayanı ‘makbul’ saymıyor… Geride kalan dönemde Alevilere yönelik katliamları hatırlamak yeter…
Türkiye’yi bir İslam emirliği yapmak isteyen fanatik dinci unsurlar olsa da başarmaları mümkün değil… Zira yıkmak kolaydır da yapmak o kadar kolay değildir. Her şeye rağmen bu ülkede gerçekten laiklikten, demokrasiden yana bir damar var. O halde son dönemde dinci söylemlerin yoğunluğu neden arttı? Birinci sebep, dinci AKP oy tabanının eridiğini görüyor ve erimeyi durdurmak için yandaş-dinci tabana selam yolluyor. İkincisi, din ve laiklik üzerinden bir ‘tartışma’ yaratarak, toplumun yüzleştiği sayısız sorunların (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, yolsuzluk, aşırı gelir adaletsizliği, bütçenin, hazinenin ve doğal çevrenin yağmalanmasının vb.) konuşulmasını engellemek amaçlanıyor. Dolayısıyla pratik bir siyasi amaç söz konusu… O halde gelin, rejimin niteliğini tartışalım…