İnanmak rahatlatıcıdır. İnsanoğlu anlamakta zorlandığı konular karşısında çoğu zaman inanmayı seçer. İnanırsınız, sorguladığınız ve içinden çıkamadığınız konular birden sona erer, rahatlarsınız. Ne yazık ki bu yaklaşım toplumun yalnızca siyaseten “sağ” kesimlerinde değil aynı zamanda “sol” kesimlerinde de yaygın bir durum. Orada da inanmak vazgeçilmezdir. Orada da “adanmışlık” ve “inanmışlık” “düşünmüşlüğün” ötesine geçmiştir. Tabii ki bir “dava”ya “inanmak” ve de kendini o davaya “adamak” anlamlı bir insan özelliği olabilir ama “düşünmüşlük” olmadan bu özelliklerin önemi o dava için çok sınırlı kalır. Ama ne yazık ki rahmetli Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, ne yazdığını anlamasak da “Pirinç tanesi üzerine Ayet’el Kürsi yazan bir toplumuz”. O nedenle de inanmışlığın bu kadar yaygın bir hasletimiz olduğuna şaşırmamak gerekir.
Ara ara bu sütunda çağımız sol siyasetleriyle ilgili tartıştığım düşüncelerimi okuyucularımla paylaşıyorum. Burada ifade ettiğim fikirleri tabii ki tartışılması için yazıyorum. Ama yukarıdaki giriş paragrafında ifade etmeye çalıştığım tutumla karşılaştığım da oluyor ara sıra. Tartışmaya çalıştığım konuya olumlu ya da olumsuz bir katkı yapmak yerine, kimileri inanmış oldukları fikirler üzerinden cevap veriyorlar. Ne yapalım, bazılarımız da “inanmayı” “düşünmeye” tercih ediyor anlaşılan.
Son yazılarımda “radikal demokrasi” konusunda bazı düşüncelerimi dile getirmeye çalıştım. Radikal demokrasinin, yani mevcut kapitalist sistemin yarattığı otoriter sistemle sorunu olan herkes (her kimlik) için özgürlük ve eşitlik (ekonomik olarak da) talep etmek anlamına gelen bir yaklaşımı “çağımızın sosyalizmi” olarak adlandırmam kimilerinin hoşuna gitmemiş. Olabilir. Ama bu konularda yazmam (bu arada yazmaya da devam edeceğim) bu kavramın tartışılmasını yaygınlaştırmak olduğu kadar, bu yaklaşımı benimsemiş olduklarını söyleyenleri de karınca kararınca uyarmak.
Nitekim kendi partim olan HDP’nin “ittifaklar politikasında” bana göre doğru olmayan bir tutumunu da geçen yazımda eleştirdim. Dedim ki: “…sosyal gruplardan birinin diğer grupları yalnızca içine almasıyla hegemonya kurulamaz. Hegemonya, bu iş için en güçlü olan siyasi hareketin diğer eşdeğer hareketleri içine alırken, kendi dilini, kendi mücadele kültürünü ve kendi yapısını da değiştirmesiyle sağlanabilir, sadece yan yana gelmekle değil”. Bunu böyle ifade etmemdeki maksadım sanırım yeterince açıktır.
Türkiye’de sol, çok çeşitli ideolojik tutumlara sahiptir. Bunun önemli bir nedeni 1970 ve 1980 darbelerinin bu kesim üzerinde tahrip edici etkisinin çok yüksek olması. Sahip oldukları ideolojik farklılıkların önemli bir kısmının, dozu çok yüksek bir baskı atmosferinden sonra farklı lider ve hikayeler üzerinden oluştuğunu söylemek mümkün. O nedenle de bu kesimde katı Marksist olandan sol liberallere kadar geniş bir yelpaze mevcut. Değişimin devrim biçiminde işçi sınıfı öncülüğünde olması gerektiğine inananlar olduğu gibi demokrasinin liberal biçiminin yeterli olacağını öne sürenlere kadar.
Fakat bu çok parçalı sol siyasetlerin içinde bazılarının özellikle Kürt ve Alevi meselesi gibi meseleler ortaya çıkınca birden birbirleriyle yakınlaştıkları görülüyor. Bu yakınlaşmada kimileri Kürtleri “ulusal mücadele” eden bir halk olarak değerlendirip “ezilen” halklar kategorisinde devrimin yan gücü olarak görmeyi tercih ederken, kimileri de Kürt mücadelesini emperyalizmin bir oyunu olarak değerlendiriyor. Ama beni rahatsız eden kendilerini asıl işçi sınıfının devrimci mücadelesini üstlenmiş bir grup olarak görürken Kürtleri de yan bir güç olarak değerlendiren yaklaşımlar. Sanki ülkede her türlü baskı ve dışlayıcılığa karşı mücadeleyi Kürt siyasi hareketi ve demokratlar değil de solun öncülüğünde işçi sınıfı veriyormuş gibi.
Oysa kimlik mücadeleleri ve işçi sınıfı mücadelesi bir “dışlayanın” olduğu toplumlarda değişimi sağlayacak olan ve ortak yürümesi gereken mücadelelerdir. Çünkü farklı kimliklerle ilgili varolan iktidar tutumlarının “dışlayıcılığı” sona erdirilmeden “sömürü” konusu kolayına gündeme gelemeyecektir.