Alman sosyalist ve komünist dostlarımızdan hâlâ seçim sonuçlarına dair sorular geliyor. Genellikle “nasıl oluyor da yoksulluğun böyle yaygınlaştığı, Lira’nın dipsiz kuyuya düştüğü, baskıların arttığı bir dönemde işçiler Erdoğan’ı seçebiliyorlar?” türünden sorularla karşılaşıyoruz. Türkiye’deki muhalefetin, özellikle Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinin yaptıkları açıklamaları bir şekilde okuyabilenler de “Tek adam rejimi baskı, manipülasyon ve hukuksuzlukla seçimleri kazandı” değerlendirmesini yapıyorlar. Türkiye dışından bakınca böyle görülüyor – mu, acaba.
Dışarıdan bakınca biz biraz daha farklı şeyler görüyoruz. Bir kere “Tek adam” tanımının doğru olmadığını düşünüyoruz. Alman faşizmi bile “tek adam rejimi” değildi, nasıl kapitalist devletlerde iktidar her zaman egemen sınıfların elindeyse… “Tek adam” görüngüsünün ardında çeşitli sermaye fraksiyonlarının çıkarları durmaktadır ve belirleyici olan da her zaman bu çıkarlardır.
AKP-Saray-Rejimi’ne yakından baktığımızda geniş bir kapitalist aktör dizilimini görmekteyiz, ki bunların arasında çok sayıda küçük ve orta ölçekli şirketler ile enformel ekonomiyi örgütleyen yapılar da bulunmaktadır. Yani rejim geniş bir ekonomik taban üzerinde durmakta, kapitalist aktörler AKP içinde ve onun üzerinden organize olup partiyi desteklerlerken, parti de onlara kamu kaynaklarına, ihalelere, yasalar vs. imtiyazlı ulaşım sağlamaktadır. Nihâyetinde Türkiye kapitalist bir ülkedir.
Peki, yoksullar zenginlere yarayan bu otoriter neoliberalizme nasıl rıza gösteriyorlar? Bunu anlayabilmek için önce neoliberal birikim rejimine temel oluşturan sadaka rejimine bakmak gerekiyor. Çalıştırma koşulları giderek daha güvencesizleştirilirken, buna paralel olarak özelleştirilmiş ve dinsel bir çerçeveye oturtulmuş bir sosyal yardım sistemi oluşturulmuştur. Türk burjuvazisi bu sistemi okullar, yurtlar, burslar gibi yardımları içeren bir sadaka ağı ile desteklemektedir. Böylelikle burjuvazi hem itibar kazanmakta hem özel yardımların kime verileceğini belirleyerek toplumsal etkisini genişletmekte hem de emekçilerin bağımlılık statülerini betona dökebilmektedir.
Kredi kartlarıyla ve düşük asgari ücretle günü birlik yaşama sonucunda emekçiler büyük bir yardıma muhtaç kitle haline getirilmişlerdir. Tam bu noktada burjuvazinin kurduğu “Patronaj-İlişkileri” kitlelerin yoksulluktan ve dolayısıyla içinde bulundukları paternalist bağımlılıktan kurtulmalarını olanaksız kılmaktadır. Dini pratiklerle örülmüş sadaka rejimi kitlelerin müteşekkir ve suçluluk duygusunun siyasi desteğe dönüşmesini teşvik etmektedir.
Bununla birlikte bir tarafta enformel sektörün yaygınlığı diğer tarafta düşük ücretle istihdam edilme işverenlerin yol ve yemek parası veya ücretli hastalık izni gibi cüzi ödemeleri cömert davranışlar ve sahiplenme olarak göstermelerine de olanak sağlamaktadır. Böyle kurulan kişisel bağlar siyasi bağların temelini oluşturmaktadır.
Sonucunda sendikal hareketin son derece zayıf olduğu (85 milyonluk bir ülkede kaç tane aidat ödeyen sendika üyesi var ki?), sosyal hakların tamamen törpülendiği, yaşam ve çalıştırılma koşullarının bu denli kötüleştiği, toplumsal kutuplaşmanın had safhaya ulaştığı ve örgütsüz toplumun iktisadi-mali krizlerin boyunduruğundan kurtulamadığı bir ortamda sadaka rejimi, dinsel pratikler ve milliyetçilikle birleşerek “Patronaj-İlişkilerini” meşrulaştırmakta ve paternalist bağımlılığın kökleşmesini sağlamaktadır. Büyük bir çoğunluğu yoksul olan Türkiye toplumunda ezilen ve sömürülen sınıfların AKP-Saray-Rejimi’ne böylesine destek vermesinin nedenleri bizce bunlardır.
Dışarıdan bakınca… Devrimci-demokratik güçlerin “Ortodoks-heterodoks iktisat, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı veya dolar nasıl düşer” tartışmalarına katılarak kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırmak yerine, ezilen ve sömürülen sınıfların içinde örgütlenerek kapitalizmin alternatiflerini inandırıcı biçimde anlatmalarının daha doğru olacağını düşünüyoruz. Çünkü dışarıdan bakınca “Tek adam rejiminde” kapitalist vahşeti görmekteyiz…