Mevcut sistemin “biricikliğine” ve “yıkılmazlığına” direnmenin meşruluğu da burada başlıyor. Yasanın, hukukun bireyden ve toplumdan yana tavır almasını savunmak önemli. Fakat toplumun uzlaşısı ile değil egemenin kalemi ile yazılmış bir yasanın nereye, ne kadar, nasıl hakikat savunuculuğu yapabileceğini görmek gerek
Rojda Yıldız
Direnme bilgisinin pozitif hukuk bağlamına sıkıştırıldığı bir modernist çağ içerisinde yaşıyoruz. Hakkını aramanın mahkemelere bırakıldığı, mahkemelerin iktidar tekelinde olduğu bir çağ. Paradoks da burada başlıyor. Demokratik olmayan herhangi bir ülkede hukukun üstünlüğünün bir safsatadan ibaret olduğu, mahkemelerin gönüllü ya da “zorunlu” olarak muktedirin hesabına göre işlediği dünya deneyimleri ile sabit. Hakkını aradığın karşı tarafın, hakkına dair karar verecek mercileri elinde tutması, bu mekanizmanın kendisini de genişçe bir bağlamda tartışmaya açıyor. Günümüz dünyasında bunun çoklu handikaplarını hep birlikte yaşıyoruz. Pozitif hukukun neden, nasıl kurulduğu meselesi ise başlıca bir tartışma konusu olmakla birlikte, bugün bireylerin/toplumların sıkıştırıldığı bu alanı direnme meselesi üzerinden tekrardan tartışmanın daha doğrusu direnmeyi tartışmanın daha da önemli bir yere geldiğini görmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Karşı karşıya kaldığımız saldırılar bir insan hakkı ihlali meselesi mi, bir varoluş meselesi mi? Ulus-devletlerle birlikte, düz tarihsel seyrin getirdiği bu sözde “muazzam” dönemimizde insan ve toplum olarak varoluşumuzun tamamlandığı düşünülüyor, düşündürtülüyor. Modern devletler bizlere her şeyi bahşetti, geriye insandan kaynaklanan kimi ufak “pürüzler” kaldı, -mesela psikolojik hasta erkekler olmasa, kadınlar öldürülmeyecek…- onlar da devletin yüce eli ile hakkaniyetine kavuşturuluyor. Ulaşabileceğimiz en son noktaya ulaşmış insan toplulukları olarak sınırları belli, güvenli ülkelerimiz, bu sınırlarda bahşedilen sonsuz özgürlüğümüz ve bu sonsuz özgürlüğümüzü güvence altına alan yasalar var. Uluslararası sözleşmeler, BM, ülkelerin anayasası varoluşumuzu ve varoluşun getirdiği bilumum hakları garanti altına almış olmanın kanıtına dönüşmüş durumda. Bu paradigma yapılan her türlü saldırıyı “hak ihlali” olarak tanımlamakta, ihlalin kendisini bir “pürüze” dönüştürmektedir. İhlal nedir? Burada bu soru önemli. Hakkın olan “bir hakkın” ihlal edilmiş olması, zaten kazanılmış bir yasal hakkın saldırıya uğraması, devletin “bahşettiği” hakkın tahrip edilmesi… Sonucu itibari ile varoluşun değil, yasanın bir konusunu ele almış olmanın handikabını tartışıyoruz.
Oysa kapitalist modernite, ulus-devlet ve onun kuralları devletin yapısal varoluşunu garanti altına alan, devletin esaslılığını her şeyin üzerine kuran bir sistem. Sözde özgürlükçü yasalar ve sözleşmeler de öyle. Bu yüzdendir ki mesele devletlerin yaptığı ihlallere gelince işlevsiz bir mekanizmaya dönüşüp, birer “kınama” merciine evrilmektedir.
Peki direnmek? Haklar için mi hakikat için mi? Geçtiğimiz günlerde Meclis bünyesinde yapılan bir anadil tartışmasında, iktidar grubu bu talebi anayasa ihlali olarak değerlendirdi. DEM Parti Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş, “Anadil hakkı hiçbir yasaya sığmaz, sığamayacak kadar kutsal bir haktır” diyerek önemli bir noktaya işaret etti. Hakkı, yasanın dışında tanımlamak, hakikate bir çağrıydı. Yasanın gördüğü, yasanın görmediği, yasanın ihlal kararı verdiği çerçeve ne kadar bireyi ve toplumu tanımlıyor sorusuna da önemli bir cevaptı. İnsan olarak anadilinde eğitim istemek, anadilinin kabul görmesini talep etmek son derece meşru. Kadınların siyaseten varlık olarak dahi tanınmadığı bir düzende eşit temsiliyet için eşbaşkanlık sistemini uygulamadaki ısrarı meşru. Eylem-etkinlik yasaklarına rağmen sokağa çıkmak, yoksulluk var demek, emek gaspı var demek, kadın kırımı var demek, ekolojik yıkıma hayır demek meşru. İnsanlar ölmesin, barış en acil ihtiyaçtır demek meşru. Bütün bunlar esasında yasal düzende de “var”. Ama yasanın işlevliliği ya da işlevsizliği tarafların kim olduğuna bağlı. Hakkın ihlalinin düzeltilmesine dair “yoğun” talep, faşizm koşullarında direniş alanlarının daraltılması ile yakından alakalı tabii ki.
Birincisi, varlık olarak reddedilen bir durumda, “varlığın” tam olduğunu iddia eden bir sistem var. Aleviler, Kürtler, Süryaniler, Ermeniler, kadınlar ve bütün ötekiler. Politik-etnik bir topluluğun ötesinde düşünsel, felsefik bir soruyu başa çekmek gerekiyor. Devletler nezdinde yasal olarak Alevi hakikatini tanıması mümkün bir perspektif önümüzde var mı? Kürtlerin hakikati? Milyonlarca nüfusunun, kültürünün, dilinin olduğu, tarihsel bir hakikat olduğunu kabul edecek bir perspektif? Kadınları, erkeğin dışında bir varlık olarak görecek, kadın hakikatini-tarihini tanıyacak, bin yılların ezme-ezilme ilişkisini bütün yönleri ile ele alıp bugün kadın-erkek eşitliğini gerçek manada sağlamaya çalışacak bir yaklaşım söz konusu mu? Sömürgeciliği yasal olarak tanıyacak, faili “meçhul” cinayetlerin sorumluluğunu alacak, zırhlı araçlarla öldürülen çocukların hesabını soracak bir mekanizma var mı? Mevcut duruma baktığımızda bunun cevabının hayır olduğunu görüyoruz. O zaman hakikati yasal olarak reddedilenin, yasadan hak beklentisi daha da büyük paradoks.
Yasaya bel bağlamanın, meşruluğun değil sıkça yasanın hatırlatılmasının kimi toplumsal sebepleri var elbet. Son derece baskıcı bir ortamda dayatılan psikolojik bir bastırma hali ve bunun etkileri. Hak ihlalinin düzeltilmesi talebi -yine meşru olmakla birlikte- çokça da steril bir alan. Yasayı ve yasanın devlet tarafından oluşturulmuş “bilgi bagajını” -boş yere- arkaya almaya çalışmak kimi handikapları bağrında saklıyor;
İlk olarak; yasanın içerisinde tanımlanmayan “kutsal” haklar ve bunların talebi, birer suça, en iyi ihtimalle ütopyaya dönüşüyor.
İkincisi; “kutsal” hakları savunanlar, “yasayı” ısrarla dile getirenlerin yanında birer marjinale dönüşüyor.
Üçüncüsü; tarihsel varlığın reddi dolaylı olarak kabul ediliyor.
Mevcut sistemin “biricikliğine” ve “yıkılmazlığına” direnmenin meşruluğu da burada başlıyor. Yasanın, hukukun bireyden ve toplumdan yana tavır almasını savunmak önemli. Fakat toplumun uzlaşısı ile değil egemenin kalemi ile yazılmış bir yasanın nereye, ne kadar, nasıl hakikat savunuculuğu yapabileceğini görmek gerek. Direnişi yasallığın ötesinde, insan olarak meşru bir hak olarak görüp buradan itiraz etmek, buradan söz kurmak, buradan eyleme geçmek ve “başka bir dünya mümkün”ü buradan başlatmak her zamankinden daha önemli…