Alvaro Brechner’ın yazıp yönettiği ‘12 Yıllık Gece’ , Uruguay’da 1973 yılında askeri cunta tarafından sağ yakalanan Tupamaro gerillalarının 12 yıllık esaretinin hikâyesini beyaz perdeye aktarıyor.
M. Ender Öndeş/İstanbul
“Yaşamak” ve “direnmek” kavramları, sık sık birbiri yerine geçebilen, birbirini tamamlayan ya da bazen birbirini yok edebilen kavramlar. O yüzden olmalı, zaman zaman “Yaşamak direnmektir” denilirken, zaman zaman da “Direnmek yaşamaktır” denilebiliyor. Gerçek bir denklik bu… Bazen direnmek, yaşamanın tek yolu olurken, bazen ise yaşamak, her şeye rağmen hayatta kalmak, başlı başına bir direniş hikâyesi olabiliyor. Her iki durumda da, iki kavram, tek başlarına anlam ifade etmiyor. Teslim olarak yaşamak, gerçekten yaşamak olmuyor örneğin; öte yandan, zaman zaman yaşamın fedasını gerektirse de, direnişin amacı da sonuçta yaşamın korunması oluyor. Uruguay’daki Tupamaro gerillalarının 12 yıl süren korkunç hücre yaşamı, bu ikili kavramın tam ortasına bir yere denk düşüyor. Cunta subayının “Sizi öldürme fırsatımız varken öldürmeliydik. Şimdi ise sizi çıldırtacağız” sözü, aslında bir anlamda yaşamanın ve direnişin anlamını da ortaya koymuş oluyor. Ayakta kalmak! Alvaro Brechner’ın senaryosunu da yazarak yönettiği, “12 Yıllık Gece” (La noche de 12 Anos) 1973 yılında askeri cunta tarafından sağ yakalanan Tupamaro gerillalarının 12 yıllık esaretinin hikâyesini anlatıyor.
Tupamaroların macerası
Tupamaros, Uruguay’da 1963’te kurulan şehir gerillası örgütü Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin (MLN) halk arasındaki yaygın adı. Ülkenin kuzeyinde şekerkamışı işçileri sendikasını örgütleyerek işe başlayan genç sendikacı Raul Sendic’in önderliğinde gelişen hareket, özellikle bankaları ve şirketleri “kamulaştırarak” halka dağıttığı eylemleriyle kısa sürede büyük bir etki ve sempati yarattı. Daha ilk eylemlerinde, 1963’te, Uruguay’ın en büyük gıda maddeleri satış zinciri olan “Manzanares”e ait bir kamyona el koyarak, tavuk, hindi ve pastaları yoksul halka dağıtan Tupamaros, ilk bildirisinde “Devrimciler yoksulların Noel’ini kutlar!” diye yazmıştı.İlerleyen yıllarda örgüt, yaptığı daha büyük eylemlerde zaman zaman şirket ve banka belgelerine de el koyarak büyük yolsuzlukları da halka açıklamayı başardı. Hatta bu açıklamalardan ötürü tutuklanan bankacılar bile oldu. 1970’lerin başında artık Tupamaros, Uruguay’ın ABD’ye bağımlı oligarşisi için ciddi bir tehlike haline gelmiş, Küba’dan sonra kıtadaki en ciddi devrimci odaklardan biri ortaya çıkmaya başlamıştı. Örgüt, soyguncu Amerikan banka ve şirketlerinin yanında, halka işkence eden polis şefleri ve ordu görevlilerine de yöneliyor, geleneksel Komünist Parti’nin bile üyelerini yanına çekmeye başlıyordu. CIA ajanı Dan Mitrione’nin kaçırılması ve Pando gibi küçük kasabaların işgal edilerek bütün resmi kurumlara el konulması, dönemin en önemli eylemleri olmuştu.
Zindan içinde zindan
Doğal olarak 1973’te gelen askeri darbenin ilk hedefi de Tupamarolar oldu. Çatışmalarda ve işkencelerde 300’e yakın gerilla ve sempatizan katledilirken, 3 binden fazlası da tutuklandı. Cunta’nın tutsak Tupamarolara karşı uyguladığı politika, katı bir tecrit politikasıydı. Ülkenin çeşitli kışlaları arasında sürekli gezdirilen tutsaklarla konuşmak yasaktı. Kendi aralarında konuşmaları ise (duvarlardaki tıklamaları saymazsak) zaten imkânsızdı. Tutsaklığın önemli bölümünde zaten kafalarında çuval bulunmaktaydı. Kısacası, “yaşayan ölüler” yaratmak, cuntanın gerçek hedefiydi. 12 Yıllık Gece, binlerce tutsak arasından üçünün hikâyesini bize anlatıyor: Eleuterio Fernandez Huidobro (Nato), Mauricio Rosencof (Ruso) ve daha çok tanıdığımız bir isim olan geçen dönemin Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica (Pepe). Okuyucu, Huidobro’yu çeşitli röportajlarından, Rosencof’u da Türkçede yayınlanan “Duvardaki Sarmaşık Gibi” kitabıyla hatırlayacaktır. Yönetmen, şüphesiz yaşananları hiç yumuşatmaya kalkışmadan, bütün sertliğiyle veriyor. 12 yıl boyunca aynaya bakma şansı bile olmayan, tabutluklarda gözleri bağlı olarak işkence altında açlığa, susuzluğa ve en önemlisi yalnızlığa mahkûm edilen tutsakların yaşadıkları, Türkiyeli izleyici için çok yabancı değil ama zaman zaman 12 Eylül görmüşlerimizi bile zorlayan noktalara varıyor.
Faşizme gol atmak…
Ancak film, sadece bir işkence belgeseli değil. Birbirinden oldukça farklı karakterler olan Nato, Ruso ve Pepe’nin ağır tecrit koşullarındaki davranış ve direniş biçimlerini de yakalıyor. Üstelik onları kahramanlaştırarak da değil. Zaman zaman yaşadıkları ruhsal çöküntüleri, yılgınlığa kapıldıkları anları, hatta Pepe’de olduğu gibi çok ciddi psikiyatrik sendromları da izliyoruz. Yaşlı bir annenin oğlunu nasıl ayağa kaldırdığını da… Şair Rosencof’un askerlerin sevgililerine şiir yazarak katı emirleri nasıl bozduğunu, Nato’nun futbol tutkusuyla nasıl canlandığını, Pepe’nin Kızılhaç heyetine cesaretle gerçeği haykırmasını… Ve tabii, her zaman, her tutsaklıkta olduğu gibi başköşede yer alan mizah! Kısacası, insanı anlatıyor film; insan olmaktan vazgeçmeyen, en kıymetli varlığı olan aklını her yerde koruyabilen insanı… Özellikle, filmin sonunda, Nato’nun avluda hayali bir topla attığı o müthiş gol bile tek başına direnişin anlamı üzerine bir fikir veriyor. Kale yok, top yok, Nato’da desen yürüyecek hal yok. Ama işte öyle bir şeydir mazlumların intikamı; yoktan var eder her zaman kendi zaferini. Başrollerini Antonio De La Torre, Chino Darín, Alfonso Tort, Soledad Villamil ve Silvia Pérez Cruz’un başlaştığı film, maalesef bizde sadece 2018’in Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nde ve bir de sanırım Antalya Film Festivali’nde gösterilebildi. Film, 2018’de Venedik Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alırken, Oscar’ın “Yabancı Dilde En İyi Film” ödüllerinde de yarışacak. Filmin şimdilik sadece Netflix’te izlenebiliyor olması, ciddi bir talihsizlik. Yine de, imkânını bulan her Yeni Yaşam okurunun filmi bir biçimde izlemesini öneririm. En azından, 12 yıl süren bir geceden sonra, günışığının nasıl bir şey olduğunu hissetmek için.