32 yılda yazılan “İnce Memed” romanı, şüphesiz merhum Yaşar Kemal’in o güçlü duygu dünyasının bir tezahürü olarak yıllarca yaşa(n)maya, okunmaya devam edecek. Ezen – ezilen diyalektiği ile bu ülkenin gerçek yüzünü, Cumhuriyet’in gerçek “tarihini” özetlerken, bürokrasi; köy – kent çelişkisi ve sömürünün bin bir yüzünü de deşifre etmekten geri kalmaz. Romanın sonuna doğru Türkiye’nin gerçek siyasal kültürünü en açık hali ile yerden yere vuran Yaşar Kemal, neye tanık olmuşsa, hangi çelişkiyi yakalamışsa, devletin hangi kötülüğünü görmüşse sentezlemiş, zerre sakınmamış. Ezilenin, hor görülenin yanında durup; umuda yaslanarak halkın ayağa kalkışını ve yine bir mücadelenin nasıl başarılı olabileceğinin algoritmasını sunmuş. Özetle bu dört ciltlik dev külliyatın tek cümlelik açıklaması “Direniş haktır” denilebilir. Yaşar kemal zaten buna gönülden inandığı için İnce Memed’i halklaştırır…
Kitap kurgusundaki ilişki ağları ve İnce Memed’e karşı verilen savaşın niteliği, şuan yaşadıklarımızın da birebir hali. Bugün dünün kopyası gibi. Fakat bir farkla; bugünün hali daha çok orijinali olmayan bir kopyanın kopyası gibi duruyor.
Amacım, faşizmin kılcal damarlara kadar sızmaya çalıştığı bu günlerde bu romandan bahsetmek değil, niyetim; 19 Ağustos kayyım siyasi darbesi gerçekliği açısından kitabın bir bölümünü hatırlatmaktır.
Kitabın son cildinde bir sahne var, ki eserin doruk noktasıdır. İnce Memed efsanesi artık kutsallık boyutuna erişmiştir ve bu önlenemez büyüme potansiyeline karşı, başta tekerine çomak soktuğu ağalık sistemi olmak üzere; bu sistemin üreme alanı devlet eliti ile ideolojik kurumları son bir kez atağa geçer. Ankara da topa girmiştir. Dümeni vekil Arif Saim Bey almıştır. Arif Saim Bey yanına Binbaşı Nafız’ı da alır. Bu zamana kadar hangi yöntem denenmişse başarısız olmuştur. Propagandanın ve çarpıtmanın tüm halleri denenir ama bir şey elde edilmez. Her seferinde “halk” bozar oyunu. Hakikati görenler artık ona sırt çevirmez. Ne yapalım ne edelim derken İnce Memed’i dağdan indirmenin, onu yakalamanın formülü bulunur. Fikri veren “alabalık” tır…
Arif Saim Bey binbaşıya şunu anlatır:
“Toros dağlarının çaylarında, derelerinde, göletlerinde, pınarlarında çok alabalık olur. Hem de kırmızı benekli… Bu kadar lezzetli alabalık dünyanın hiçbir yerinde bulunmaz. Bu alabalıkları yakalamak dünyanın en zor işidir. Ağla, tuzakla, oltayla falan yakalanmazlar. Ancak elini köklerin altına, kovuklara sokarak yakalayabilirsin. Bu sefer de çok kaygan olan balığı çoğu kez elinden kaçırırsın. O zaman bizim kurnaz köylüler ne yaparlar? Suyu gözden keserek yolunu değiştirirler. Sular çekilir, balıklar çakıl taşlarının üstlerinde ya da küçük birikintilerinde kalırlar. Köylüler de bu suları çekilmiş, çakılların üstünde hoplayan balıkları toplarlar…”
Buna göre plan basittir: Tüm Toros köylerini aşağıya, Çukurova’ya indirmek. Toros’ta tek bir insan, yerde yürüyen karınca, gökte uçan kuş kalmayacak; hepsi Çukurova’ya inecekler. Memed de o dağlarda aç susuz kalacak, Binbaşı Nafız da onu dalında oluşmuş armut gibi toplayacak!
Bu planlar çok tanıdık değil mi?
Akla 1989’da başlayıp 1993’e kadar devam eden köy boşaltmaları geliyor. Kürtsüzleştirme yıllarını yaşayanlar bilir, dağ taşı şehre indirdiler, ilçelere akıttılar. Böylece aç – susuz ortada kalacak olan Kürt direniş kanadı da ellerine geçecekti. Bu hayal ile dört bin köyü yaktılar! Sadece eşyalarını değil bir halkın anılarını, kolektif hafızasını da o evlerin içinde cayır cayır yakmak istediler. Bu yöntem daha sonra da defalarca başka araçlarla denendi.
Bugüne gelirsek!
Özellikle 15 Temmuz sonrası, OHAL kapsamında “yasa”nın şiddet üreten yönüne – gücüne yaslanarak Kürtlerden muazzam bir öç alma işine büründü “darbe” kılıfı. Birikmiş ne kin, nefret varsa kültürel kırım ve yok etme edimi üzerinden meriyete sokuldu. Devletin burada yaptığı şey tamamen yeni bir “alabalık” teorisi idi. 90’larda köyden kente kanalize edilen şey bugün kentten kırsala yön çevirdi. Çünkü parçaladığını düşündüğü moment, kentlerde yeniden örgütlenerek daha da büyüdü, kurumsallaştı. Şimdi de bu güç dağıtılmaya çalışılıyor.
Kayyım atamaları topyekûn bir sindirme ve tasfiyenin yanında hafızasızlaştırma, hiçleştirme, güçsüzleştirme programı idi. Toplumsallığın tüm mevzilerini, halihazırdaki tüm yaşam damarlarını, gözenekleri kurutmaya kalkışmaları bundan. Sosyal yaşamdan iletişime, siyasetten genel yapılanmalara, dilden eğitime, ekonomiden sağlığa kadar, kısaca nefes aldığımız ve insani hücreler yarattığımız tüm kurum – dernek – yapılara saldırıp kurutmaya çalışıyorlar. Son seçimle beraber tekrar bir toparlanma, canlanma dönemine girildiği için ikinci kayyım dönemini başlattılar. Bizi besleyen tüm suları kesmekle eşdeğer bir durum! Yalnız, çaresiz, kendi halinde bırakıp teslim almayı umuyor. Alabalık gibi ortada kalarak teslim alınmamız, itaat etmemiz arzu ediliyor. Mesela en son sınıra yoğun askeri sevkiyat yapıldı. Şuan Hakkari, Van ve Şırnak kırsalında 14 tabur askerin katılımıyla 4’üncü gününe giren askeri operasyon devam ediyor. Bunlar olurken halk iradesinin beyanı olan üç büyükşehir belediyesine de el konuldu. Zamanlama için tesadüf mü diyelim? Yok demeyelim bence. Zaten operasyonun komutanı, dağların tamamen temizlendiğini müjdeledi…
Bildiğiniz üzere bir dejavu cumhuriyetindeyiz. Sadece son elli yılı göz önüne alırsak bir ahmaklık fragman şölenine girmiş oluruz.
İşte Yaşar Kemal bunu iyi tahlil eder. Yüce dağ başında bir koca kartalın, kanadını açıp dünyayı örttüğünü görür. Romanda da Arif Saim Bey görkemli bir halde büyükçe kaybeder. Memed ve halk kazanır. Ovanın çirkef, ahlaksız siyasetini mahkûm olur. Tarihin ibresi ve vicdanı şaşmadığına göre bugün faşizm kıskacına alınan Kürtler de bu son süreçten çok daha güçlü çıkacaktır.
Ez cümle, bugünkü konu şudur: direnmek gerekir mi?
Bu soruya cevap gordion düğümüdür. Her şeyin olup bittiği andır….
Gel de bunu Kılıçdaroğlu’na anlat!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İçişleri Bakanlığı kararıyla HDP’li Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir belediyelerine kayyum atanmasına ilişkin “Mesele HDP değil, milletin iradesine saygısızlıktır” dedikten bilmem kaç saniye sonra kendisine yöneltilen “parti olarak alınan ve alınabilecek diğer kayyum kararlarıyla ilgili ne yapmayı düşündüklerine” ilişkin soruya da “Bu tür olaylar yaşanınca sokağa çıkmak, protesto etmek gibi durumları doğru bulmuyoruz. Biz milletin ferasetine güveniyoruz” diyor.
Milletin ferasetinden bir şey anlamamak, güvenmemek tam da budur.
Sormak lazım! Peki ne yapalım?
Halkın sivil itaatsizlik eylemlerini böyle anlamlandırmakla neyi düşlüyor kestirmek zor, özünde bir o kadar da basit…
İyisi mi asıl soruyu Hintli düşünür/yazar Arundhati Roy’a bırakalım…
Diyor ki “Durmadan ekonomik mucizeden, siyasal istikrardan bahsedip duranlar, bu ormandaki bu insanlara özel bir şey söyleyebilecekler mi? Hem de burada. Tam şimdi. Söyleyin kendi kurtuluşları için, özgürlükleri için, ekmek için, barış için onlar hangi partiye oy versinler? Şikayetlerini bu ülkedeki hangi demokratik kuruma iletsinler? Yurtlarından topraklarından sürülmemek için, salt hayatta kalmalarını sağlamak için nasıl hareket etsinler? Hükümettekiler, maskelerinin düşmesini önlemek için bir yandan barış görüşmelerinden yana görünüyorlar, öbür yandan barışı dinamitlemek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar… Hükümet barış görüşmelerinden, derinde yüzen balıkları su yüzüne çıkarmak ve daha sonra onları öldürmek amacıyla faydalanmaya kalktığında, barış görüşmelerinin nasıl bir geleceği olabilir?
Kendine demokrasi adını vermiş bir ülke sınırları dahilinde açıkça savaş ilan ettiğinde, bu savaş neye benzer? Burada direnme imkânı var mıdır? Direnmek gerekir mi?”
Evet, çünkü “direnmek haktır”… İnce Memed’in dediği şey buydu. Direnmiyorsan yoksun!