Ünlü yazar Primo Levi, 1919’da İtalya’nın Torino kentinde doğdu ve oradaki küçük bir Yahudi cemaati içinde büyüdü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kuzey İtalya’daki direnişe katıldı ancak yakalanarak Auschwitz’deki toplama kampına gönderildi. Dini inancı olan bir arkadaşına göre “tanıklık edebilmesi için hayatta kalmıştı!” Levi, 1987’de, kamp deneyimini bir varoluş sorunsalı olarak ele aldığı Boğulanlar, Kurtulanlar isimli tanıklık kitabını yazdıktan birkaç ay sonra, intihar ederek yaşamına son verdi. Bu son kitabının “Utanç” başlıklı bölümünde şöyle yazar: “Elimden geldiğince tanıklık ettim, etmezlik edemezdim; bugün de herhangi bir fırsat çıktığında tanıklığımı sürdürüyorum; ancak tek başına bu tanıklığımın bana hayatta kalma ve uzun yıllar önemli sorunlarla karşı karşıya kalmaksızın yaşama ayrıcalığını sağlamış olabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyor”. Birkaç paragraf sonra ise, “yineliyorum, bizler, biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz. Bu, yavaş yavaş başkalarının anılarını okuyarak ve yıllar sonra kendi anılarımı yeniden okuyarak farkına vardığım rahatsız edici bir gerçek” der. Bıçağı hakikate batırdığı asıl vurucu pasaj bölümün sonlarında yer alır: “Biz talihin yardım ettiği kişiler, az ya da çok bilinçli olarak, yalnızca kendi yazgımızı değil başkalarınınkini de, hatta dibe vuranların, boğulanların yazgısını da anlatmaya çalıştık; ama bu ‘üçüncü kişiler adına’ bir söylemdi, bizzat yaşamayıp yakından görülen şeylerin öyküsüydü.” Bu cümleleri 20. yüzyılın en gaddar soykırımlarından birisi olan Yahudi soykırımı ile özdeşleşmiş olan Auschwitz’den kurtulan bir kişiden duymak, üstelik “utanç” ismini verdiği bir bölümde bunu okumak gerçekten tanıklığa dair çok sarsıcı bir hakikat endişesi ile baş başa bıraktırıyor bizi: Direnişin veya mağduriyetin bir imgeye dönüştürülmesi ve üstelik bu imgenin bu mağduriyetlere sebep olan dünyanın tüketimine sunulmasındaki utançla…
Bu utanç bizi geçen haftaki yazımda değindiğim “adına konuşma siyaseti” olarak tanımlayabileceğimiz olguya götürüyor. Direnişi özel alana, fısıltıyla konuşmaya; mağduriyeti ise kamusal alana, bir acınmaya hapseden bu olgunun bir yüzü öznelerin direnişlerini ellerinden alarak, direnişi kamusal alanda konuşulamaz kılarak saf bir mağduriyete dönüştürerek deforme etmek ise öbür yüzü de seslerine el koyarak, onların direnişlerini ve mağduriyetlerini kendine ait kılarak, onlar adına konuşarak susturmaktır.
Fakat en baştan söylemek gerekir ki bu çifte bozma veya el koyma çoğu defa eşzamanlı veya ardışık bir bağlamda gerçekleşmektedir. Bazı durumlarda ise kendini farklı öznellik rejimleri içerisinde kuran öznelerin her bir grubu bu çifte el koymanın bir boyutuna odaklanmaktadır. Örneğin kamusal alanda söz söyleme hakkını kendinde bulanlar daha çok direnişi mağduriyete tahvil ederek büyüttükleri vicdan ekonomisi içerisinden konuşuyor. Öte yandan, direnenlerin sembolik alımlanmaları ile bağ kuran, hatta direnenlerin davalarına kısmen angaje olanların bir kısmı da, ironik biçimde, direnişçilerin seslerine el koyarak, onlar adına duygulanımlar üreterek, onların direnişine öykünmenin ötesine geçip onu kendi öznelliğinde bir temsil iktidarına dönüştürerek yol almaktadır.
Bu çifte bozma/el koymanın ana akımlaşan bir temsil anlatısına dönüştüğünü, geniş bir alıcı kitlesinin de oluştuğunu söylemeye gerek yok sanırım. Kürtlerin 20. Yüzyıldaki mücadele ve ezilme deneyimleri tarihinde direnişi görmeden, sadece mağduriyete odaklanan bakış açısının köklerini 1920’ler ve 30’larda yaşadıkları büyük askeri yenilgi sonrasında, çok partili hayata geçiş ile birlikte parlamentoya giden Kürt vekillerin söylemlerinde bulmak mümkün. Örneğin 1950’deki genel seçimlerde Demokrat Parti listesinden seçilen Kürt vekillerin meclis konuşmaları bu diskurun ilk emareleri olarak görülebilir. 1990’lardaki yoğun hak ihlalleri ve bu ihlaller üzerinden Kürt meselesini Batı’daki kamuoyuna duyurmada özellikle hak örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarının da bu direnişi susturan diskurun inşasında önemli bir rolü oldu. Direnişe el koyma ise görece daha yeni bir öznellik alanının oluşumu ile alakalı. Bu çifte bozma / el koymanın kökleri konusunu da başka bir yazıda konuşalım.