Aslında orta sınıf derken, sosyal kategoriden çok bir ideolojik tutum kastediliyor sanırım. Yoksa bir ulusal hareket, doğası gereği içinde çeşitli sınıfları barındırır. Asıl sorun, hareketin sürükleyici gücünün kimlerden oluştuğudur
M. Ender Öndeş
“Kürt siyasal hareketi nedir gerçekten? Onu sadece ‘Kürtlük’le tanımlayabiliyor muyuz mesela? Yani Kürt hareketi, kurulduğu günden bugüne dek, sadece bir direk bulup bayrak çekmeyi dert edinen bir hareket midir? Katılalım katılmayalım, onu yöneten aklın yazdığı sayfalar, ciltler dolusu ekonomik, sosyal, kültürel, ekolojik görüşler yok mudur ki, iş terminolojik adlandırmaya gelince yalnızca Kürt kelimesini yeterli buluyoruz? O bayrak o direğe çekilsin de altında yoksulluk, sefillik, kadın cinayetleri akıp gitsin mi diyor Kürt hareketi?”
Neredeyse bir buçuk yıl oluyor; bir polemik vesilesiyle Gazete Duvar’da yazmıştım bunları da, lüzumsuz tiplerden “sen kimsin, ne karışıyon Kürdün işine” diye epey zılgıt yemiştim. Şu sergi işine de o yüzden pek karışmak istememiştim en başta; ama sonra tartışmanın bir tarafının sanki eksik kaldığını düşündüm; belki de bana öyle geliyordur, bilemiyorum. Şu, ‘orta sınıf’ meselesi… Özellikle sosyal medyadaki genç Kürt arkadaşlar ikide birde ‘orta sınıf Kürtlerin’ rol çalmasından filan söz ediyorlar. Sade sosyal medya değil, surun dibindeki parçalanmış ‘tabut’tan anlaşıldığı kadarıyla reelde de böyle bir eğilim var.
İyi de, kim bunlar? Uzaydan mı geldiler? Serginin ‘beyaz’ davetlilerini geçin bir kalem, Özkök dediğin kanalizasyona çağırsan yine gelir; Kürtlerden bahsediyorum. Gençliğin yakındığı bu kesim nerelerden çıkıp geldi de şimdi bir ‘mirasyedi’ gibi görülüyor? Aslında orta sınıf derken, sosyal kategoriden çok bir ideolojik tutum kastediliyor sanırım. Yoksa bir ulusal hareket, doğası gereği içinde çeşitli sınıfları barındırır. Asıl sorun, hareketin sürükleyici gücünün kimlerden oluştuğudur. İşte tam burada yazının başında alıntıladığım paragraf bir anlam taşıyor. Kürt hareketi, ilk andan itibaren bir ‘çulsuzlar hareketi’ olarak doğdu ve gelişti, en büyük avantajı da bu oldu. Ve evet, -isteyen ilk belgelere gidip bakabilir- meseleyi hiçbir zaman bir toprak parçasına tel örgü çekip üstüne bayrak dikmek olarak görmedi; bunun ötesinde önüne, adına sosyalizm deyin, ne derseniz deyin, başka bir toplumsal sistemi koydu. O ‘talebe’lerin özlemi, bugün Güney’de olan gibi bir şey değildi yani. Zaman içerisinde bu çizgide oluşan değişiklikler, yeni paradigmalar tartışılabilir; doğrusu ben de bu paradigmalarla çok hemfikir değilim ama netice olarak hareket, bir yoksullar hareketi olma vasfını kaybetmedi. Dayandığı temel hep diptekiler oldu. Şimdi önümde hayranlıkla seyrettiğim bir HADEP Cizre fotoğrafı var, efsane! O fotoğrafta salkım saçak yığılmış insanların hangi sınıftan olduğu öyle belli ki!
Ama işte bir şey oldu arada ve gitgide, sanki lüzumsuz bir savaş varmış da, insanlar mecburiyetten ötürü oralardaymış da ziyan oluyorlarmış gibi tuhaf bir hava çıkmaya başladı ortaya. Sanırsınız ki Kürt hareketi aslında kanarya sevenler derneğiymiş ama kaderin cilvesiyle bu işler başlamış filan… Ve bana sorarsanız, bu arada savaşın asıl eziyetini çeken insanların dilindeki ‘barış’ sözcüğü ile ekâbir takımının dilindeki ‘barış’ sözcüğü, telaffuzu aynı olsa da başka anlamlara gelmeye başladı. Tam ifade edemiyor olabilirim, Kürt arkadaşlar bağışlasın ama sanki oralardan bir sızıntı akıp geldi ve kendi çatlağını buldu.
İşte o yüzden, surun dibindeki ‘tabut’ bir sanat eleştirisi değil, bu işlere Antep sebze halinde hamallık yaparak başlamış o ilk kuşağın genetik refleksi gibi geliyor bana.
Bunun üzerine biraz düşünmek gerekmez mi? Öfkeyle değil ama öfkeyi de kaybetmeden, sakince…