İrem Afşin 8 yıldır aktif olarak gazetecilik yapıyor, öncesinde uzun yıllar masanın öbür tarafında, halkla ilişkiler sektöründe çalıştı. Sokaklar artık onu ‘morlu kadın’ olarak tanıyor. Her dem mor kıyafetleriyle hak habercisi olarak halkın yanında. Tek başına bir haber ajansı gibi çalışırken, şimdi Medyascope’da haber peşinde ve ayrıca haftalık söyleşi programları yapıyor. İrem Afşin, oğlu Nazım Özgün’e otizm tanısı konulduğunda başladığı sivil toplum mücadelesini gazetecilikle genel bir mücadele biçimine dönüştürürken, bir yandan da toplumsal muhalefetin bireysel hayatlara nasıl etki yaptığını da gösteren bir kişilik. Morlu Kadın ile hem gazetecilik mücadelesini hem de sokağı konuştuk.
Sokağı çok mu seviyorsun? Muhabirlik icabı da, sonrasında da sokaklardasın. Sokak senin için nedir, ne ifade eder?
Öncelikle “muhabir” dediğin için teşekkür ederim, gazetecilik bunca yıl sonra hâlâ tam olarak muhabirlik yapabildiğim sürece gazetecilik benim için! Sokak, benim için “yaşam” demek. Sokaktan kopuk ve uzak bir hayat biçimi düşünemiyorum. Sokak, içindeki insanlarla, mekanlarla gerçek anlamda “yaşar”. Çocukken sokakta, mahallede oynamak için annemden pek izin alamazdım, yasaklı her şey bende hep inada dönüşür. Belki de o yasaklar yüzünden sokakta olup biten her şeyi hep merak ettim. Merak, muhabirliğimin de özü aslında, insan hikayelerini merak ederim ve sokak, tam da o hikâyelerin yaşandığı yer. Sokakta insanları izlerim, yüz ifadeleri, sesleri, davranışları, onların hikayeleri açısından benim için hep ipucudur. Seviyorum sokakta olmayı, sokağı gözlemleyerek, dinleyerek, notlar alarak çalışırken hep çok öğrendim.
Uzun yıllar iletişimin farklı masalarında oturduktan sonra muhabirlikte karar kıldın ve sokaklara çıktın. Morlu kadın Beyoğlu sokaklarında nasıl tanınıyor?
Sondan başlayayım: Herhangi bir eylem, protesto veya basın açıklamasını haber yapmak için çekerken -ki çok canlı yayın yapıyorum biliyorsun- son dönemde en çok duyduğum cümle polislerden gelsin: “Morlu çekiyor, al o morluyu, al al!” Beyoğlu’nda büyüdüm, bilirsin bizim okulun en iyi taraflarından biri Karaköy’den Tünel’le “yukarı” çıkınca kendini Beyoğlu’nda bulmaktır. Beyoğlu hala, her şeye rağmen mahallem gibidir, sokaklarının hepsini ve gizli geçitlerini bile bildiğim mahallem. Şimdi o mahallede eskisi kadar her sokakta tanıdıklara rastlamak mümkün değil, çocukluğumu ve gençliğimi yaşadığım Beyoğlu’nu oğlum Nazım Özgün’e de göstermem mümkün olamadı maalesef. Ama şimdi “Beyoğlu’ndan bildiren İrem Afşin” olmak, bir nebze de olsa hüznümü gideriyor. “Muhabirliğe karar kılmak” gibi bir durum olmadı aslında benim gazeteciliğe geçiş sürecimde, bir çok etken var ama kendiliğinden gelişti, hatta biraz zorunlu hale geldi diyebilirim. Çok küçük bir kızken “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna cevabım hep aynıydı: “Çalışan kadın olmam lazım, gazeteci olacağım!” Çocukluk hayalim gerçekleşmedi, gazetecilik yerine aile kararıyla işletme okuyup, hayatım boyunca kimseyi işletmeyip, 22 yıl boyunca aktif olarak halkla ilişkiler ve iletişim danışmanlığı yaptım, aslında tam olarak masanın öbür tarafından geliyorum. 15 yıl önce Nazım Özgün’e otizm tanısı konulduktan sonra, oğlumun otizm yolculuğunda yaşadıklarımızı, günlük anekdotları sosyal medyada, otizm gruplarında yazdım. O yazılar bir yol açtı bana, çocuklardan kadınlara eğitimden adalete kendime dert edindiğim ne konu varsa öyle ortaya yazmaya başladım bir süre sonra. Ses çıkarmak, sesi çoğaltmak. Sokakların sesini yaymak, bak yine döndük sokağa!
Gezi Direnişi’nden iki yıl kadar önce Habertürk’ün yan portalı HT Hayat sitesinde haftalık yazılarla başladım, ardından Gezi Direnişi günlerinde Gezi’deki hayatımızı yazdım, sonra da siyasi veya toplumsal gündemde ne varsa… Galiba habercilik konusunda bir çeşit dipsomani var bende. Gezi’de ilk canlı yayınları yapmayı öğrenmiştim, Ustream ile başladığım yayıncılık macerası Periscope yayınları ile devam etti. O süreçte bir noktada sahibi olduğum iletişim danışmanlığı ajansımı “muhalif olduğum” gerekçesi ile giderek bozulan ve ajansı iflas noktasına getiren gelişmeler sonucunda kaybettim. 22 yıllık mesleğimi ülkenin siyasi değişimine kurban verince, elimde para kazanmak ve hayata devam etmek için yapabileceğim, hatta yegane yapmak istediğim iş gazetecilik kaldı. İnsanın çocukluk hayali 40 yaşından sonra gerçek olabiliyormuş, benim kariyer değişimi böyle gelişti. Dört elle gazeteciliğe sarıldım, şimdi dönüp bakınca keşke 10 yıl daha önce başlasaydım diyorum doğrusu…
Hak mücadelesi veren insanların haberlerini yapıyorsun. Ama bir müdahalede de gazetecilik ve muhabir hakları için biraz da şirretçe sesini yükseltiyorsun. Sen tarafını gizlemeyen bir gazeteci misin? Sence gazetecilikte tarafsızlık mümkün mü?
Gazetecinin gerçekleri anlatması gerektiğini düşündüğüm için işin özünün de hak temelli habercilikte olduğuna inanırım. Her türlü haksızlık ve mağdurluk, adalet arayışı ses yükseltmekle ilgili. Zaten hak savunuculuğu öğrenirken, hayatın içindeki kendi duruşumu daha çok sorguladım. 15 yıl önceki kadından pek eser kalmadı bende artık. Otizmin getirdiği toplumsal ve yaşamsal sorunlarla mücadele ederken, kalan tüm ötekilerin de dertlerinin çok benzer olduğunu gördüm: Herkes, yaşam haklarının derdinde. O yüzden kimin ne mağduriyeti varsa, nerede bir hak ihlali söz konusuysa ben o insanların sesini çoğaltmak için çalışırım. Bu anlamda bakarsan taraflı bir gazeteciyim evet, her zaman mağdurun ve haklının yanındayım. Özgürlük, eşitlik, barış ve adalet benim için olmazsa olmaz kavramlar. Şirret demek? Çok güldüm 🙂 Şirretlik demeyelim de biz ona, bazen bazı olaylarda özellikle devlet şiddeti söz konusu ise, bende ipler kopabiliyor. Bazı bam tellerim var, o tele birisi kötü dokunursa, içimden bir Amazon çıkıyor.
Bir yandan da haftalık söyleşi programları yapıyorsun Medyascope’da. Stüdyo yerine konuklarının evlerine, işyerlerine gidiyorsun. Sorularınla onlara sokağın taleplerini taşır mısın? Sadece stüdyoda kalarak gazetecilik yapılabilir mi?
Ruşen Çakır bazen “en siyasi olmayan programda yine gündemden konuşmayı başardın” diye takılır bana, konuştuğumuz konu ne olursa olsun hayatı akışı bu ülkede siyasetle, politik gündemle çok bağlantılı, o yüzden her konuğuma kendisi açısından Türkiye’nin en büyük sorununu ve çözüm önerisini soruyorum. Sadece stüdyoda kalarak gazetecilik yapılabilir mi, bence hayır, ama dijital gazetecilik bize eskisinden daha geniş imkanlar sağlıyor diyebilirim.
Kadın hareketi ve kadın gazeteciliği sokakla çok sıkı bir bağ kurdu. Sokak kadınlar için bir kurtuluş mu, yoksa tam tersine sokakları kadınlar mı kurtaracak?
Sokak kadınlar için bir kurtuluş değil, çünkü sokaklar zaten kadınların. Kadınlar yaşam haklarını savunurken sokaktalar, çünkü zaten hakları olan bir şeyi istiyorlar. Kadın hareketinin içinde yer almaktan her zaman gurur duyarım ki aksi zaten mümkün değil, ancak son yıllarda hareketin gelişmesi, örgütlenmemiz ne yazık ki yaşamlarımızın tehlikede olmasıyla çok bağlantılı. O yüzden kadın gazeteciliği ve kadın hareketi tabii ki sıkı bir bağ kuracak, öldürülen bir sonraki kadının ben olmayacağımın garantisi olmayan bir ülkede ne yapalım ki ses çıkarmaktan başka? Kadın hareketi bu ülkenin geleceğini doğru şekillendiren önemli bir güç olacak, bundan eminim. Kadınlar susmayacak çünkü, biz hayatımızı kurtarmanın derdindeyiz.
Nazım Özgün 18 yaşına bastı. Bu süreçte onunla ana oğul ilişkisi kadar bir yoldaşlık ilişkisi de kurdun? Nasıl bir genç yetişti bu arada?
Artık reşit bir delikanlım var, bana “18’lik Nazım’ın annesi” diyebilirsin:) Otizm bizim birlikte büyümemizi ve değişmemizi sağladı, oğlumun kendi deyimiyle “diğer insanlardan farklı çalışan bir beyni”, doğal bir vicdanı ve özel bir ruhu var. Çok isterdim olayları ve insanları onun özel gözünün sahip olduğu algılarla anlamayı, o benim hayattaki en iyi öğretmenim. Yoldaşlık güzel bir tanım, Nazım bize “ekipdaş” diyor, biz iyi bir ekibiz ona göre, bence de. Hayatı tam olarak paylaşmayı öğrenmesi yıllar almış bir çocuktan, hayatın tam içinde yaşamaya uyum sağlamış bir yetişkine evrilen oğlumla ve kat ettiği yolla tabii ki gurur duyuyorum. Son bir yıldır birlikte haber yapıyoruz, benim haberlerim için fotograf ve videolar çekiyor, okul dışı zamanlarda Yaşamın İzleri”nin ikinci kameramanlığını yapıyor, geçtiğimiz yaz Medyascope’da 10 hafta staj yaptı, kurgu programları öğrendi, deşifreden photoshop’a bir çok meslek içi eğitim aldı. “Küçük aile içi haber ajansı” biziz, inan bu müthiş bir his, hayallerimin bir tık ötesi oldu.
Nazım, beslendiği politik ortamla okul hayatı arasında nasıl böyle bir denge kurmayı başarıyor?
Bu zor bir soru. O büyürken çok sorguladım, acaba bu kadar günceli takip edip, bunca kötü şeyi gerçekten bu yaşında bilmesi gerekiyor mu? Sonra fark ettim ki, bilmek iyi geliyor ona. Gerçeği bilmek, ne olduysa olduğu gibi. Gerçekle bağının kopmaması onun otizm açısından da ilerlemesini sağladı. İttiraf edeyim, ben Nazım Özgün’ün yaşında onun bildiği kadar çok şey bilmiyordum, daha apolitik büyümek zorunda kaldım ben, o yüzden bir çok konuda mücadeleye geç başladığımı düşünür ve bilmediğim her şey için hala utanırım. Ancak… Bu bizim hayattaki duruşumuz okul hayatı ile pek bağdaşamıyor. O yüzden bir dengeden bahsetmek pek mümkün olmayabilir, zira zaten farklı gelişimli olması nedeniyle okul arkadaşlarından farklı bir duruşu var, gündeme ve olan bitene olan ilgisi ve bilgisi de diğer arkadaşlarından çok ileride. Hal böyle olunca, politik halini pek okula bulaştırmamayı seçti, “bu konular arkadaşlarla konuşulmaz, zaten bilmiyorlar” dedi. Sonrasında da tercihen okul hayatı ile kalan hayatını ayırdı diyebilirim, biraz da karma, kozmopolit bir özel okulda okuyor, bu konuda kararı net: “Ben de isterdim lisede örgütlü olayım, ama gel gör ki bizim arkadaşlar pek ilgilenmiyor siyasi konularla…”
Sokağı iyi gözlemliyorsun. 23 Haziran’dan sonra İstanbul sokaklarında nasıl bir değişim oldu?
Galiba en kısa özet şu: “Kazanmak herkese iyi geldi.” Sokakta beni en çok yoran olgulardan biri, herkesin asık yüzlü olması, gülmeyi unuttu insanlar! Ancak son yerel seçim sürecinde, hem tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi, hem de diğer illerde iktidarı sandıkta yenmiş olmak insanların yüzlerinin bir nebze gülmesini sağladı. “Demek ki isteyince, birlikte hareket edince yapabiliyoruz” algısı umut yarattı. Ama bir de korku konusu var, sokak röportajlarında son seçim döneminde ve sonrasında fark ediyorum ki, bir korku eşiği vardı ve o korku eşiği tamamen olmasa bile bir nebze aşıldı. İnsanlar konuşmak, paylaşmak istiyor, isyan ediyor artık olan bitene. O isyanla birlikte “yapabiliriz” umudunu daha çok gözlemliyorum. Yine de örgütlü bir ses, düzenli ve planlı bir mücadele olmadan topyekun bir değişim olmasını çok mümkün görmüyorum.
Türkiye için umutlu musun ve umudu nereden buluyorsun?
Yaşıyorsak, umut bitmez. Hiç öyle Pollyanna tarafım yoktur, biraz romantik olabilirim ama her zaman gerçekçi yönüm ağır basar. Her şeye rağmen dipten gelen bir ses var ve o ses giderek yükselecek. Yerel seçimlerdeki “zafer” havasının neye dönüştüğüne de bakmak lazım tabii, Kürt illerinde seçmenin iradesi gasp edilerek belediyelere kayyumlar atanırken, halkların oylarıyla seçilmiş başkanlar hapsedilirken maalesef ne toplum ne de muhalefet gerekli karşı duruşu gösteremiyor. Yargı sisteminin siyasi iradeye bağımlı hali ortadayken, çok da tartışılacak bir konu göremiyorum, “her şey çok güzel olmayacak, bir süre daha…” Ama bu umudumuzu kaybettiğimiz anlamına gelmemeli. Ben umudu hep çalışmakta, hayatın getirdiği sorunlar ve kötülükler ile mücadele etmekte buluyorum kendi adıma. O yüzden gazeteciliği gerekirse özgürlüğüm pahasına, yoksulluk sınırında bir yaşamın ortasında, sadece sesi çoğaltmak anlamında yapmaya devam ediyorum.