İnancın insan hayatındaki yerinin ne kadar güçlü olduğunu ilk fark eden Sümer Rahipleri olmuştur. Bu nedenle insanları oluşturdukları Zigguratlarda çalıştırmak için ilk yaptıkları şey, insanın bu yönüne hitap edecek Tanrılar yaratmak olmuştur
Seyithan Akyüz
Tüm canlıların sahip olduğu ortak özelliklerden biri inançtır. Her canlı varlık, bir inanca ihtiyaç duyar. Çünkü inanç sahibi olmak, aynı zamanda canlı olmanın da göstergesi olmaktadır. Zira hiçbir canlı varlık, salt maddiyata dayalı bir varlık değildir. Maddi yanı olduğu kadar, manevi bir yanı da bulunmaktadır. Canlıların bu iki yönlü özelliği, onları iki yönlü ihtiyaca da sevk etmektedir. Bu iki yönlü ihtiyacın birincisi maddi şeylerle (yeme-içme, bir şeylere sahip olma vb) karşılanırken, ikincisi inançla giderilmektedir. Bu gerçeklik doğada yaşayan bütün canlı varlıklar için geçerli bir durumdur. Bu nedenle inanç boyutu canlılar için hayati önemdedir.
Yine de doğadaki canlılar içerisinde insanı ayrı ele almak gerekir. Çünkü insan, doğanın en gelişmiş varlığıdır. Gelişmişliğin temel göstergesi ise, insan dediğimiz varlığın yaptıklarının farkında olmasıdır. Zira insan, inandığı kadar, inandığını yaşama bilinç ve düşüncesine de sahiptir. Hatta canlılar içerisinde insan gibi bir varlık haline gelmesinin temel kaynağı, bu iki olgunun bizzat kendisidir. Hani derler ya, insanı diğer canlı varlıklardan ayıran temel etken, düşünüyor ve bu düşünceyi eyleme yani yaşama geçirebiliyor olmasıdır. Evet öyledir, ama bana göre inanç konusu da bundan aşağı değildir. Yani insanın insanlaşması ve paralel biçimde toplumsallaşmasında da düşünce boyutu kadar, inanç boyutu da önemli bir rol oynamıştır. Başından itibaren inancın insan hayatındaki yerinin ne kadar güçlü olduğunu görmek zor değildir. Belki her insan aynı şeye inanmaz, ama her insanın bir inancı mutlaka vardır.
İnancın insan hayatındaki yerinin ne kadar güçlü olduğunu ilk fark eden Sümer Rahipleri olmuştur. Bu nedenle insanları oluşturdukları Zigguratlarda çalıştırmak için ilk yaptıkları şey, insanın bu yönüne hitap edecek Tanrılar yaratmak olmuştur. Bu yöntem olmaksızın insanları kendi hizmetlerinde çalıştırmak mümkün değildi. Peki Ziggurat ne ve orda tanrı yaratan rahipler kimlerdir? Ziggurat günümüz devletlerin döl yatağı iken, rahipler de bugünkü devlet adamlarıdır. Adamları diyoruz çünkü bu düzen, kadın karşıtı bir anlayışla geliştirilmiştir. Bu anlayış daha sonra kendini Merkezi Uygarlık sistemi olarak formüle etmiş ve form değişikliklerine uğrasa da, özünü yitirmeden günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Yani öz olarak 5-6 bin yıldır değişen fazla bir şey olmamıştır. Daha doğrusu dünün tanrı yaratıcıları olan rahipler nasıl ki bununla insanları hizmetlerine koşturmuşlarsa, bugünün devlet adamları da aynı yöntemi kullanarak insanları kendi politik çıkarlarına hizmet eder durumuna getirmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Başka bir ifadeyle, insan inancının (bugünün din haline gelen inancın) çıkarlara alet edilip istismar edilmesi değişmeyen şey olmuştur.
Örneğin bugün İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırım politikalarına en çok alet ettiği şey dinin bizzat kendisi olmuştur. Netanyahu’nun İsrail’in Hamas ile olan savaşının başlangıcında “bu bir Yeşu savaşıdır” demesi bu gerçekliği ifade etmektedir. Bilindiği gibi Yeşu, Yahudi inancına göre en büyük peygamber olan Hz.Musa’nın halefi ve Kenan ülkesini yani günümüz Filistin topraklarını savaş ile fetih eden Yahudi önderidir. Yani bununla savaşın dini olduğu ve politik çıkarlara dayanmadığı söylenmek istenmiştir. İsrail devleti başından itibaren dini bir alet gibi kullanmaktan çekinmemiş ve tüm yaptıklarının temeline bunu koymuştur. Elbette karşı kutupta yer alan Hamas örgütü de dini bir alet olarak kullanmaktan geri durmuyor ve bir Cihad hareketi olduğunu söyleyerek inananları kendi safına çekmeye çalışıyor. Oysa ki hiçbir dinin “savaşma” anlamına gelen Cihada ihtiyacı yoktur.
Tabii dini politik çıkarlara alet eden sadece İsrail değildir. Örneğin İran’da gerici molla rejimine karşı ses çıkartmak, Allah’a karşı gelmek ile bir tutularak insanlar idam edilmektedir. Bu durumu en gericisinden en ilericisine kadar tüm devletlerde görmek mümkün. Ama çarpıcı olduğundan Türkiye’den de birkaç örnek verelim. Evet, Türkiye Cumhuriyeti de yıllardır Kürt toplumuna karşı sürdürdüğü savaşı benzer şekilde dini alet ederek sürdürmüştür. Örneğin devlet eliyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde binlerce kadro istihdam edilmekte ve bu kadroların büyük bir kısmı, Kürt illerinde görevlendirilmektedir. Temel hedefleri ise, dini hassasiyeti yüksek olan Kürt toplumunu devletin yanında konumlandırmaktır. Bu olmazsa, kendi dili ve kimliğiyle ilgili hiçbir mücadelede saf tutmamasını sağlamaktır. Yine Efrîn işgali başladığında ilk yapılan şey, camilerde Fetih süresinin okunması olmuştur. Fetih süresi ise, Müslümanların Müslüman olmayanlara karşı yapacakları savaş öncesi okudukları bir süredir. Başka bir ifadeyle yapılanları Kürt toplumu nezdinde meşrulaştırmaya çalışmıştır. Kullanılan araç ise maalesef yine din olmuştur. Bir başka örnek daha, neden İslami bir konuyla ilgili yapılan mitingler basın açıklamaları vb. faaliyetler her zaman Kürdistan’da yapılıyor? Örneğin her fırsatta muhafazakarlıklarıyla övgüye layık görülen Karadeniz, İç Anadolu vb. bölgelerde neden böylesi bir eylem yapılmaz? Neden Filistin’e destek mitingleri, Kutlu Doğum Haftaları gibi etkinlikler gerçekleştirilmez? Nüfusun % 99’unun Müslüman olduğu bir ülkede Müslümanlıkla ilgili bir konuda sadece bir bölgeyle sınırlı kalınması ilginç değil mi? Bilmeyenler için olabilir ama siyasetle biraz ilgili olan ve az bir şey devleti bilenler için bu durum hiç de ilginç değildir. Siz bunları Hamas’ın Türkiye versiyonu olan Hüda-Par eliyle yürütülmüş faaliyetler olarak ele almayın. Evet görünürde Hüda-Par gözüküyor ama perde arkasında devletin bizzat kendisi vardır. Ama perde arkası ve önü değişse de, değişmeyen yine dinin alet edilmesi olmuştur.
Sonuç olarak dinin politik çıkarlara alet edilmesi dün olduğu gibi bugün de devletlerin en temel politikaları olmuş ve olmaya devam etmektedir. Devletler, insanların inanç konusundaki hassasiyetlerini iyi görmüş ve bunu çıkarları için kullanmada büyük bir ustalık göstermiştir. Din ile hem insanları kendi yanına çekmiş, hem de yaptıklarına meşruiyet sağlayan bir kılıf yapmıştır. Tabii ki devletler, bundan sonra da dinden en iyi şekilde yararlanmaya çalışacaklardır. Burada yapılacak en doğru şey, devletlerin bu politikalarını bıkmadan, usanmadan teşhir etmektir.