Bazı kitaplar kendini saklar. Okuyucu onu saklar. Eleştirmenler saklamasa da görmek istemez. Yazarı ne kadar onu yazarak açığa çıkarmak istemişse de saklı olduğundan haberi olmaz. Bırîndar bu türden bir kitap. Görülmek istenmez, görülmezden gelinir. Vardır böyle kitaplar. Ne yazık ki böyle yazarlar da vardır. Önündeki duvarlar yükseltildikçe yükseltilir. Kimdir bu yüksek duvarları örenler derseniz sensin, benim, egemen ideolojidir, resmi tarih yazıcılarıdır, kültür piyasasına yön verenlerdir, kendine şakşakçı diye cemaat oluşturanlardır. Bırîndar gibi Deniz Faruk Zeren’in Zerya adlı kitabı da yukarıda kısaca özetlediğim gruba girenlerdendi.
Değiştikçe yaran iyileşir
Abdullah Ataşçı’nın edebiyatıyla Bırîndar vesilesiyle tanıştım. Oldukça akıcı, net ve olabildiğince dil işçiliğine özen gösterilen, üzerinde çalışılan, kafa yorulan bir metin olduğu belli. Cesur bir dili var, edebiyatın yol açtığının farkında. Cesur olmak zorunda olduğunun farkında. Edebiyatın gürül gürül akmadan, ses çıkarmadan önündeki çalı çırpıyı kıyıya vuramayacağının farkında. Bunu bilerek kurgulamış romanını. Sen-ben, sizden-bizden diye okurken aslında iki tarafın merkezine insanı koymuş; insani olanı parlatmış.
Hayatın içinde, günlük yaşamımızda, bazen zamanla bazen çok hızlıca değiştiğimizi, değişmemiz gerektiğini işaretlemiş. Karakterlerin romanın zamanı içinde değişimini sağlayarak o dinamikliği, gerçekliği, sahiciliği yakalamış. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız, dokunduklarımız, bize dokunanlar ve bizi incitenler değiştirmeyecekse ne değiştirecek bizi? Bazen en acıtan yaramızdır değişmemize vesile olan, demiş yazar.
Dinlemeden anlayamazsın
Görülmeyeni, görülmek istenmeyeni, konuşulmayanı, konuşulmadıkça kangrenleşen, kronikleşen yaralarımıza, yanlarımıza el kaldırmış, soru sormuş. Yol boyunca, yolculuk boyunca insanların (karakterlerin) kendilerine sormaktan çekindikleri soruları okuyucuyu yanına alarak sordurmuş. Gittiğimiz, gideceğimiz yol neden bu kadar zorlu sorusunun tarihçesini, gerekçelerini, duygusal ve kişisel yönlerini karakterler üzerinden coğrafyaya yayarak, yolculuğa yedirerek açıklamış.
Kendi yolculuğuna katlanırsan gideceğin yol kısalır demeye getirmiş. Kendini tanırsan yolu da yolun zorluğunu da bilirsin demiş. Nereye gidersen git kendinden öteye gidemezsin, akılsız başın cezasını ayaklar çeker diyerek yolu baştan göstermiş.
Kırk yıldan fazla süren bir savaşta birbirine benzeyen yönlerimizin altını çizerken en çok da dilsizliğin, iletişimsizliğin, dinlemezliğin uçurumlarını göstermiş bize Bırîndar. Konuşmazsan anlayamazsın, konuşmazsan anlaşamazsın, konuşmazsan barışamazsın. Konuşmazsan kendinle de barışamazsın. Kendiyle barışık olmayanın başkasıyla barışması nasıl mümkün diye soruyor yazar.
Yıllardır süren savaşın herkesin psikolojisini bozduğunu, sağlıklı düşünemediğini, paranoyak bir ruh halinin toplumsal bir hastalığa dönüştüğünden bahsediyor. Korkunun benliğimizi esir aldığını, karşımıza aldığımızı tanıdığımızda, konuştuğumuzda ya da karşı tarafı dinlediğimizde korkulacak bir şeyin olmadığını öğrenmekten korkmamamız gerektiğini söylüyor.
Uçurumun başında yaşayarak uçuruma benzeyen insanların hikâyeleriyle tanıştırıyor yazar bizi. Yarım kalan hikâyelerini tamamlamak isteyen, ezik, hırslı, yaralı, geçmişin acısını geleceğine yansıtan insanlarla yolculuğa çıkarıyor bizi. Yolculuk boyunca bize hikâyelerini anlatarak tanırsan, yüzüne, gözüne bakarsan, sesini işitirsen yüreğin yumuşar diyor. Empati yaparsan kolaylaşır bu iş diyor. Bütün bunları nasıl söylüyor diye merak edenlere Bırîndar’ı okumalarını tavsiye ediyorum; göreceklerdir ki benim söylemediğim daha nice aralanmış kapıyı göreceklerdir.