Pakrat Estukyan
Aklı rafa kaldırmak nasıl bir tercihin ürünü olabilir? Doğrunun göz göre göre inkârı, en inanılmazın makul olarak sunulması nasıl mümkün oluyor?
Gündelik yaşamda tanık olduğumuz olaylar hakkında düşündükçe insanın aklına bu tür sorular geliyor. Alpaslan Türkeş’in ısrarla mermer olarak görmek istediği Türkiye toplumu gerçekte AKP iktidarının izlediği politikalar sonucu ucu düşmanlaşmaya varan derin bir kutuplaşma yaşıyor. İçinde bulunduğumuz ekonomik krize, dayanılmaz ölçülere varan hayat pahalılığına, inanılmaz yolsuzluk iddialarına rağmen iktidara, daha doğrusu AKP genel başkanına destek vermeyi sürdürenlerin oranı halen çok yüksek.
Bu durumu salt dinle, dindarlıkla açıklamak çok da inandırıcı gelmiyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de dinin kuralları ve şartları göreceli bir kavram. Sırası gelince ülke nüfusunun yüzde 99 oranında Müslüman olduğu söylenir. Ancak bu 99 içinde vakit namazlarını, Cuma namazlarını aksatmadan kılanların oranının aynı olmadığını biliyoruz. Kimi dinin gereği olarak kara çarşaflara bürünürken kimi salt başını örtüyor, önemlice bir kesim ise her türlü örtünmeyi reddedip sadece giyinmekle yetiniyor. Ramazan ayında oruç tuttuğu halde, diğer aylarda içki içenlere rastladığımız gibi, asla oruç tutmayanlar da var. Bu durumda ‘az Müslüman, çok Müslüman’ gibi bir ölçü kullanılabilir mi?
Evde hayvan beslemenin dinen caiz olmadığı inancı, evcil hayvanlara karşı şiddetin de yaygınlaşmasına yol açıyor. Toplumun bir kesimi köpeğini sokağa çıkaran komşularına düşman gözlerle bakıyorlar. Sokak kedilerini besleyenlerden şikâyetçi oluyor, çevreyi kirlettiklerini söyleyip işi şiddet uygulamaya kadar vardırıyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanının imzasıyla yayınlanan genelge aile birliğinin ve manevi değerlerimizin korunmasını amaçlıyor. Diğer yandan Enes Kara’yı intihara sürükleyen süreçte ailenin rolü konuşulmasın diye yayın yasağı getirilmesine de tanık oluyoruz. Kadın cinayetlerinin çoğu, maktulün evinde, birçok örnekte de aile bireyleri tarafından işleniyor. Başka bir deyişle, yanlış anlayışlar üzerine inşa edilmiş olan ev ve aile, ensest ilişki, kadına yönelik şiddet, namus vs. suçlara bağlı olarak suç mahalli olarak da anılıyor.
Meseleye Türkiye’den bakınca doğal olarak örnekler de İslami inanca dairmiş gibi bir izlenime yol açıyor. Ancak biliyoruz ki Hıristiyanlık ve diğer dinlerdeki bağnazlıklar da aynı potansiyel riskleri taşımakta.
Orhan Hançerlioğlu ‘Düşünce Tarihi’ adlı eserinde ilkel insanın başa çıkamadığı doğa olayları karşısında korkusunun esiri olarak tapınacağı bir kavramı, ‘tanrı’ anlayışını keşfettiğini anlatır. O yüzden de ilkel insan yıldırımları, gök gürlemelerini, sele dönüşen sağanakları bir gök tanrının öfkesi olarak algıladı. Denizin kabaran dalgalarını denizler tanrısına mal etti. Soyutlama yeteneği geliştikçe de görünmez olan, ama hükmü mutlak bir tanrı kavramını, yani semavi inancı düşündü.
Dinin önemsediği günahların başında Tanrıya şirk koşmak gelir. Ancak tarih boyunca erk sahiplerinin bu günahı çokça işledikleri, kendilerini Tanrının savunmasına adanmış muhafızlar olarak sunduklarını da biliyoruz. Birbirine taban tabana zıt yorumları aynı kaynağa referans gösteren çok sayıda din adamı, kafaların daha da karışmasına yol açıyor.
Bu kargaşa içinde ülke insanı günden güne yoksullaşırken, üzerinde düşünülmesi gereken konu ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın saptamasına göre İmam Hatip Okulları öğrencileri arasında ateizmin ve deizmin hızla artmakta oluşu.