Türkiye siyasal ve toplumsal gerçekliği, AKP-MHP iktidarıyla birlikte tarihinin en zor zamanını yaşıyor. ABD öncülüğündeki emperyalist güçler Ortadoğu’da başlattıkları üçüncü dünya savaşının çözümsüzlüğünde bocalanırken, AKP-MHP iktidarı boşluklardan yararlanarak bir dizi uluslararası hamle gerçekleştirdi. Rojava’dan Başûrê Kürdistan’a, Suriye’den Libya’ya, Akdeniz’den Ermenistan’a kadar dört bir taraftan hamle üstüne hamle yapar hale geldi.
Oluşturduğu havuz medyayla da tüm bunların Türkiye’nin ulusal çıkarları gereği olduğunu işleyerek toplumda algı oluşturmaya çalışıyor. Bunda büyük başarı yakaladığı da bir gerçekliktir. Türkiye toplumu aldığı şovenist bombardımanlarla büyük oranda bu cephelerin kendi ulusal çıkarlarına hizmet ettiğini sanmaktadır. Bu sanı üzerinden kendini daha da güçlendiren AKP-MHP iktidarı, Türkiye’yi uluslararası emperyalist güç odaklarının taşeronu haline dönüştürmüştür.
ABD’nin Ortadoğu’da tek taraflı oluşturmak istediği sisteme karşı Rusya ve Çin, “bu alanda biz de varız” demiştir. Dolayısıyla ABD’nin Ortadoğu projesi Rus kozuyla akamete uğramıştır. Dahası Rusya’nın iki yüz yıllık Akdeniz sularına açılma düşü bir anda gerçekleşivermiştir. Artık Akdeniz sahasında bundan sonra Rusya çok rahatlıkla “varım” diyecektir. Nitekim Rusya Akdeniz sularına açılır açılmaz ilk tersliği Türkiye’nin desteklediği çeteler üzerinden Türkiye’yle yaşamıştır. Türk füzesiyle düşen Rus uçağının intikamı S-400’lerde somutlaşmış, Putin bir taşla iki kuş vurmayı böyle başarmıştır. Yine Rusya, Türkiye’nin inkar siyasetini kendi devlet çıkarlarının bir parçasına dönüştürmek için Türkiye’nin Rojava üzerinden alana girmesine göz yummuştur. Böylece Rusya, ABD’nin karşısına kendi “stratejik müttefikini” dikmiştir. Esas olarak oyun kurucular ABD ve Rusya’dır. Dolayısıyla Türkiye’nin hem Suriye de hem de Rojava’daki geleceği oyun kurucuların kardıkları kartlar ve direnen halkların başarısı kadar bir etkiye sahip olacaktır. Rojava yönetimi o masada olacaktır. Dolayısıyla Türkiye, o masaya ulaşamayacaktır.
Yine Türkiye’nin Libya’daki varlığı da bu iki süper gücün alan tutma mücadelesinin bir sonucudur. Her ne kadar AKP-MHP iktidar yapılanmaları ve onların yandaşları “yeni Osmanlıcılık” rüyaları görseler de artık Ortadoğu’da bu güçler üzerinden üretilen çözüm modellerinin bir karşılığı yoktur. Irak her gün patlayan bombalarla, bunun en somut örneğini oluşturmaktadır. Hala Irak’da bir çözüm üretmeyi başarabilmiş değillerdir.
Türkiye girdiği tüm bu alanlardan büyük yıkımlarla çıkacaktır. Dolayısıyla AKP-MHP iktidarı için “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” deyimi şimdiden görünen en güçlü sonuçtur. Evdeki bulgur, yaşadığı gerginlikten dolayı ekşimeye başlamıştır. Salgınla birlikte Türkiye toplumsallığı kendini sürdüremez hale gelmiştir.
Dolayısıyla toplumsal dinamiklerin en devindirici, harekete geçirici gücü olarak emekçilerin ve emek örgütlerinin bu gerçekliği gören bir yerden bakmaları önemli olmaktadır. Corona salgınının daha ilk günlerinden beri AKP-MHP iktidarı, çalışanları ve emekçileri biyolojik bir varlık olarak görmemiştir. Salgına karşı en korunmasız kesimi baştan beri emekçiler oluşturmuştur. Bu konuda şimdiye kadar bir istatistik oluşturulmuş mudur bilemiyoruz ama zamanla öğreneceğiz ki, salgına en fazla bedel veren emekçiler olacaktır. Çünkü en korunmasız kesimi emekçiler oluşturmaktadır.
Emekçiler adına bunun bir kader olduğunu sanmıyoruz. Bu sadece emekçilerin doğru bir mücadele kulvarına girmemesinden veya girememesinden kaynaklıdır. Emek örgütleri kendilerini bu süreci karşılayacak konuma taşımayı başaramamışlardır. Temel sorunu böyle tarif etmek daha doğrudur. Her zaman sınıf mücadelesinin gücünden bahsedilir. Ama emek sınıfları böylesi hayati bir dönemde bile kendini anlamlandırmaktan uzaktır. Kendini anlamlandırmak doğru bir ideolojik mücadeleyle olabilir. Emekçiler her şeyden önce ideolojik mücadele gücü olmaktan düşürülmüştür. Dolayısıyla emek örgütleri veya emekçiler adına söz üretmekle kendini mükellef görenlerin en başta böyle bir öncülük misyonlarının olduğunu kabul etmek gerekir.
Topluma yedirilmiş ve inşa edilmiş “inkar” ve “iktidar” kavramları da bu ideolojik mücadeleyle aşılabilir. Şu çok açık; “ideolojik kölelik gelişmeden maddi kölelik gelişmez.” Bu anlamda da en büyük mücadeleyi buradan başlatmak gerekmektedir. Tıpkı özgürlük mücadelesinin başlattığı ruhun küllerinden bir toplumsallığı açığa çıkardığı gibi, Türkiye toplumsallığının ve emekçilerinin de böylesi görkemli bir çıkışa, bir anıya, direniş geleneğine ihtiyacı vardır.
Bu başarıldığı zaman emekçiler kendi anlamlarını da kazanmış olacaklardır. Yine bu başarıldığı zaman egemenler, sömürgenler emekçileri “evdeki bulgur” olarak görmeyeceklerdir. Bu bağlamda emek mücadelesini, sınıf mücadelesini önemsemek gerekiyor. Onun için emekçilerin ve emek hareketlerinin her şeyden çok daha büyük bir anlam mücadelesine ihtiyacı vardır. “Büyük bir anlam ve sanat kavgasını vermeden, hiçbir ciddi sınıf kavgası olamaz”. Kendi anlam kavgasını başaranlar, toplumsal ve sınıfsal kavgalarını da başarıyla sonuçlandırırlar.