Evet, Dilek, bir çocuk hakları savunucusuydu, yetişkinlere karşı çocukların haklarını savunuyordu. Onun bu tanımlaması o kadar önemli ki… Bu tanımlama çocukların neden haklarını savunmamız gerektiğini, hepimize çok sarih bir şekilde anlatıyor
Ezgi Koman
20 Kasım Çocuk Hakları Günü’ydü. Bugünün önemi hepimize; çocukların yaşadıkları sorunları, sahip oldukları potansiyelleri bir kere daha vurgulama olanağı yaratmasıdır. O gün basın kamerasını ve mikrofonunu çocuk hakları hareketinin öznelerine çevirir, sivil toplumun en çok vurgulamak istediği konuları gündeme getirir. Hatta kamu idaresi “mış gibi” yapsa da konuyu ele alır, çocuklar için sanki lütufmuşçasına yeni sözler verir. Bu yıl da öyle oldu. Pek çok yerde çocuk hakları savunucuları, örgütler, çocuklar, çocukların haklarını konuştu.
Ancak bu yıl 20 Kasım’da Türkiye’deki çocuk hakları hareketi için önceki yıllardan farklı bir etkinlik daha yapıldı: Dilek Kumcu’yu anma etkinliği. Farklı diyorum çünkü Dilek Kumcu yıllarca her çocuk hakları gününde, pek çok etkinliğe katılan, pek çok etkinliği düzenleyen birisiydi. Ta ki 28 Mayıs’ta sahip olduğu nadir hastalık sebebiyle yaşamını kaybedene dek…
Dilek Kumcu kendi kalemiyle dile getirdiği gibi “1984 yılında babasının görev yerlerinden biri olan Konya’da doğdu. Her memur çocuğu gibi arkasında çok şehir, çok insan bıraktı. Aynı sokaklardan yürümenin verdiği huzur ile yeni sokaklar görmenin heyecanı arasında savrulur. Her parkta sevdiği ağaçları selamlamayı, güneşin sofrasında dostların arasında olmayı, yan yana durmayı, maviyi görmeyi, yaşamak için inat etmeyi, hukuka dair okumaları, dilekçeler yazmayı sever. Her tür iktidardan rahatsız olur, yetişkinler karşısında çocuk haklarını savunur.”
Evet, Dilek, bir çocuk hakları savunucusuydu, yetişkinlere karşı çocukların haklarını savunuyordu. Onun bu tanımlaması o kadar önemli ki… Bu tanımlama çocukların neden haklarını savunmamız gerektiğini, hepimize çok sarih bir şekilde anlatıyor.
Evet dünyanın geneline baktığımızda çocuk nüfusunun oranı genel nüfusun yüzde 30’larında… Türkiye’de de böyle. Nüfus bu kadar fazlayken ne yazık ki çocuklar karar mekanizmalarında yer alamıyorlar. Herkes tarafından ne kadar da çok sevildikleri söylense de onlar bugün değil sadece gelecekte değerli görülüyorlar. Hakları, özgürlükleri olan bireyler değil, aileye ya da devlete ait, bu yüzden de üzerlerinde hakimiyet kurulabilecek varlıklar olarak düşünülüyorlar. Yetişkinlerin kurguladığı ve yönettiği dünyada hayatta kalmaya, var olmaya çalışıyorlar. Yaşanan onca savaş, çatışma, yoksulluk, göç, krizlere rağmen…
Evet krizler çağındayız sanki… Ekonomik kriz, iklim krizi, sağlık krizi… Tüm bunlar çocukları da etkiliyor. Hatta en çok çocukları etkiliyor. Her bir kriz yeni bir çocuk hakları krizine yol açıyor. Bu krizleri çıkartanlar, yönetemeyenler de hep yetişkinler… İşte böyle olunca da çocukları Dilek’in söylediği gibi yetişkinlere karşı savunmak gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde bir kitap yayımlandı. İletişim’den, Çocuk Düşmanlığı adıyla yayımlanan kitap Elisabeth Young-Bruehl tarafından kaleme alınmış. Aksu Bora tarafından da Türkçeleştirilmiş. Kitapta Bruehl genel olarak çocuklara karşı ön yargılarımızla yüzleşmemizi istiyor. Çünkü Bruehl bu ön yargıların çocuklara yönelik kötü muamelenin olmazsa olmaz koşulu olduğunu vurguluyor. Çocuklara karşı var olan ancak adı konmamış bu ön yargının ırkçılık, cinsiyetçilik ve diğer ayrımcılık tanımlamaları gibi tanımlanması gerektiğini söylüyor.
Aksu Bora da Bianet’te kitapla ilgili röportajında, Çocuk Düşmanlığı kavramını özellikle kullandığını belirtiyor. Evet gerçekten de sert bir kavram, çocuk düşmanlığı. Ancak neden bu kavramı seçtiğini Aksu Bora şöyle açıklıyor: “Türkiye’de yaşayan herhangi biri, çocuklara neler yaptığımız hakkında epey fikre sahiptir diye düşünüyorum. Yetiştirme yurtları ya da cemaat evleri daha iyi biliniyor. Aladağ’daki kız yurdunda çıkan yangını, kilitli yangın merdiveni kapısını, o kapının dibinde ölen kızları gördük mesela, değil mi? Çocuk yaşta hamile kalan kızlarla ilgili bölük pörçük bilgilerimiz var, bunlar neredeyse hiç konuşulmuyor. Çocuk pornografisinin yaygınlığıyla ilgili bulanık bazı fikirlerimiz var ama bu da üzeri örtülen meselelerden biri. Aile içindeki şiddeti, istismarı ve ihmali, ayyuka çıkan bazı vakalarda, mahkeme önüne gelebildiğinde biraz görüyoruz. Devasa bir felaketin bir ucuna ışık tutulmuş gibi, sonra o ışık sönüveriyor.”
Evet, Aksu Bora’nın örneklediği gibi pek çok olay var. Üstelik hiçbiri münferit değil oldukça sistematik. Sadece birkaç gündür çocuklarla ilgili çıkan haberleri -ev içinde cinsel şiddet sonucu doğan ve benzer şekilde öldürülen 3 yaşındaki Müslime, babası tarafından dövülen 3 aylık bebek, kamera görüntüleri yayılan 13 yaşındaki bir kız çocuğuna yönelik istismar, 11 yaşında kafası ezilen Suriyeli çocuk- bu haberlerin farklı mekanlarda ve farklı faillerle gerçekleşmiş benzerleriyle düşününce çocukların yaşadıklarını düşmanlık dışında bir başka kavramla açıklamak oldukça zor.
Bu kitap Türkiye’de çocuk hakları savunucularını çok heyecanlandırdı. Çünkü kitap yıllardır sözünü ettiğimiz, görünür kılmaya, böylece ortadan kaldırmaya çabaladığımız çocuklara yönelik ayrımcılık ve bağlantılı ihlal örüntülerini çok net ortaya koyuyor. Eminim Dilek de bu kitaptan çok heyecanlanırdı.
Dilek’le özellikle KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nde yakın çalışma olanağı bulmuştum. Birlikte davalar yürüttük, raporlar hazırladık. Çocuk evliliklerine verilen iznin iptal edilmesi için açılan stratejik davadan, çocuk hak ihlallerinde cezasızlığı ortadan kaldırmaya, çocukların yargısal süreçlerde karşı karşıya kaldığı ayrımcılığı görünür kılmaya kadar pek çok ortak çabamız oldu. Bu ortak çaba hep çocuk düşmanlığına karşı bir çabaydı…
Keşke bu 20 Kasım’da Dilek Kumcu’yu Anma Etkinliği değil de Dilek’le birlikte “çocuk düşmanlığı” kavramını konuşacağımız, daha iyi anlayacağımız, anlatacağımız bir toplantı yapmış olsaydık. Eminim Dilek’in bunca yıldır alanda verdiği emeğin yanı sıra bir kere daha hepimize, çocuk hakları hareketine ve çocukların yaşamına büyük katkısı olurdu.
Dilek’e sonsuz özlem ve şükranla…