Deneyimli Kürt siyasetçi Hatip Dicle, PKK Lideri Öcalan’a yönelik uluslararası komployu değerlendirdi
Küresel güçlerin Ortadoğu’ya yönelik müdahale planının ilk adımı olarak 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmaya zorlanması ile başlayan sürecin sonunda Türkiye’ye teslim edilip, İmralı Cezaevi’ne konulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komplo 22’nci yılına girdi. Suriye’den çıkışı öncesinde 1990’lı yılların başında Öcalan ile o dönemin Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal arasında Kürt sorununun çözümüne dair kimi dolaylı görüşmeler yaşanıyordu. Çözüme dair Özal’ın elini güçlendirmek isteyen Öcalan, 17 Mart 1993’te bir ay süreli ateşkes ilan edip, 16 Nisan 1993’te bu ateşkesi süresiz olarak uzatma kararını açıkladığı günün hemen ertesinde Özal’ın ölüm haberi yayıldı. Özal’ın yıllardır üzerindeki sis bulutları dağılmayan şüpheli ölümü ile Kürt sorununa dair çözüm umutları son bulup, çatışma ve şiddet sarmalı bugünlere uzandı. O sürecin yakın tanıklarından biri olan deneyimli Kürt siyasetçi Hatip Dicle, uluslararası komplonun anlaşılması için 1993 ile 1998 yılları arasına bakmak gerektiğini belirterek, o döneme dair değerlendirmelerde bulundu.
1993 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile PKK Lideri Öcalan arasındaki dolaylı görüşmelerin yakın tanıklarındansınız. O süreçte Özal’ı Kürt sorununun çözümüne yaklaştıran etkenler nelerdi?
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında ilk seçimler 1983 yılı sonlarında yapıldı. Bu seçimleri Turgut Özal’ın başında olduğu ANAP kazandı ve Turgut Özal Başbakan oldu. Ancak 9-10 ay sonra tüm bölgeyi ile birlikte Kürdistan’ı etkileyecek önemli gelişme oldu. PKK, 15 Ağustos 1984 atılımını başlattı. Dolayısıyla yıllardır Türkiye’de kangren haline gelmiş Kürt sorunu da yeni bir aşama olan silahlı mücadele aşamasına geçmiş oldu. Tabi Özal o dönemde Başbakandı, Kürt hareketini bastırmak için büyük hazırlıklar yaptılar. Özel timlerin kuruluşu, koruculuk sisteminin Kürdistan’da geliştirmesi, Olağanüstü Hal (OHAL) ilanı ve OHAL Bölge Valiliğinin kurulması hep Özal döneminde gerçekleşti. Bir anlamda bunun başını da Özal çekti. Özal’ın dışında hiçbir başbakan Genelkurmay’a gidip, onların ‘terör’ diye tanımladıkları silahlı mücadeleye karşı harekât planlarına katılmamıştı. Özal, PKK ile bu kadar amansız savaşıyordu. Bu 1989-1990’a kadar da böyle devam etti. Ama giderek gerilla gelişiyor, derinleşiyordu. Yeni yeni serhildanlar başlamıştı. Halkın da çeşitli ilçelerde, köylerde yürüyüşleri söz konusuydu. Bu ortam giderek dünyadaki yeni gelişmelerle birlikte yeni bir safhayı başlatmış oldu.
O dönemde dünyada ne tür gelişmeler yaşanıyordu?
İki bloklu dünya sistemi Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte yeni bir aşamaya girdi. Ortadoğu yeniden hareketlendi. 1991’de Kuveyt’e Saddam’ın işgali başladı. Ayrıca 1992’de Güney Kürdistan’da federe bir oluşum hayata geçti. Hem içte hem dışta, bölgede, Ortadoğu’da ve dünya çapında gelişen bu gelişmeler Özal’ı sanıyorum şu şekilde yeni bir değerlendirmeye götürdü. Yani Özal gördü ki bu 8-9 yıllık savaş ve şiddet politikasıyla sonuç alınamıyor. Tam tersine PKK giderek güçleniyor, büyüyor, halk desteği artıyor. Özal, dünyadaki gelişmeleri, Türkiye’deki gelişmeleri değerlendirerek, Sayın Öcalan ile yeni bir uzlaşma zemini aradı. Bunu 3 kanaldan yürütmeye başladı.
Neydi bu kanallar?
Birinci kanal Mam Celal Talabani üzerinden bir kanal açmıştı. İkinci kanal, gazeteci Cengiz Çandar’dı. Çandar o zaman Özal’a çok yakın bir gazeteciydi ve onun aracılığıyla Öcalan’a ulaşmıştı. 3’üncü kanal da biz, yani HEP milletvekilleriydik. HEP milletvekilleri üzerinden de Sayın Öcalan’a ulaşmaya çalışıyordu.
Özal’ın Öcalan’a gönderdiği ilk mesaj ne oldu o süreçte?
“Artık biz devlet içinde önemli bir kesim olarak bu sorunun şiddet yöntemiyle çözülemeyeceğine inanıyoruz. Bu da bir ateşkesle olabilir. PKK tarafından buna yanıt verilirse, biz de artık siyasal çözümün yollarına yöneleceğiz” mesajıydı. Sayın Öcalan da o düşüncedeydi. 1992 Newroz’u çok kanlı geçmişti. Cizre, Nusaybin’de ağırlıklı olarak 103 kişi yaşamını yitirmişti. 1992 Ağustos’unda da devlet Şırnak’ı yakıp yıkmıştı. Sayın Öcalan da bu gelişmeye, bu uzlaşma, diyalog kurma safhasına değer veriyordu. Bundan dolayı da ilk tek taraflı ateşkes 17 Mart 1993’te bir ay süreli olarak ilan edildi.
Bu çok önemliydi. Bizler o zaman milletvekiliydik. Bu Türkiye’de de bir şok etkisi yarattı. Hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu. Tabi ki bunun mimarları da başta Sayın Öcalan olmak üzere o zaman Cumhurbaşkanı olan Özal idi.
Ateşkes kararının sonrasındaki süreç nasıl gelişti?
17 Mart 1993 bir aylık bir ateşkesti. Özal, bizler ve diğer kanallar aracılığıyla gerek Mam Celal, gerek gazeteci Cengiz Çandar aracılığıyla Sayın Öcalan’a şu mesajı iletmişti; “Evet bu ateşkes çok önemli, ancak bir aylık süreli olması hiçbir anlam ifade etmiyor. Bunu süresize çevirmeniz gerekir.”
Biz Sayın Öcalan ile bu konuyu değerlendirmek üzere 16 Nisan 1993’te yapılan basın toplantısına 2-3 gün kala Şam’a gittik. Bu heyetin içinde ben de vardım. Sayın Öcalan’a mesajı ilettik. 16 Nisan 1993’te Sayın Öcalan ateşkesi süresiz olarak uzattı. Özal’a bu şekilde güç verdi, onun elini güçlendirdi. 16 Nisan 1993’teki PSK lideri Kemal Burkay, Mama Celal gibi birçok siyasetçi bizlerle birlikte o toplantıda hazırdı. 17 Nisan günü biz artık Türkiye’ye büyük bir adım atıldı coşkusuyla dönmek üzereydik. Akşam dönecektik. Mam Celal bizi öğlen yemeğine davet etti. Heyetin tümünü Şam’ın dışında çok güzel bir kır restoranına götürdü. Yemekten sonra Mam Celal Arap radyolarını dinlemiş olacak ki; “Eyvah. Size kötü bir haberim var. Maalesef Özal’ın ölüm haberini yayınlıyor Türkiye” dedi.
Yine “Çok kötü. Özal gitti, bu iş bitti” diye bir görüşü vardı. Bizler de şok olmuştuk. O akşam dönmeden önce de Sayın Öcalan’ın düşüncelerini almak istedik.
Öcalan bu konuda neler söyledi?
Sayın Öcalan, “Büyük ihtimalle Özal’ı devlet öldürdü. Çünkü bir Osmanlı geleneğidir. Yenilgi yaşayanlara asla müsamaha edilmez. Özal’ın bu barışçıl tavrı, siyasi çözüme açık olması, devletin derin kanadı tarafından büyük ihtimalle bir yenilgi olarak algılandı ve bu nedenle Özal büyük ihtimalle öldürüldü. Benden Semra Hanım ve ailesine başsağlığı mesajlarımı iletin. Biz yine de ateşkes ilanımızı sürdüreceğiz. Ama devlet bizi zorlarsa, devlet üzerimize saldırırsa, biz de kendimizi savunmak zorunda kalacağız” demişti. Biz bu mesajları hem rahmetli Özal’ın eşi Semra Hanıma ve hem de oğlu Ahmet Özal’a ilettik. Onlar da mesajı çok saygıyla karşılamışlardı.
Özal’ın ölümü sonrasında Türkiye’de neler yaşandı?
1993 yılı çok kanlı bir yıldır. Devlet klikleri arasındaki iki kanat vardı. Biri Özal’ın başını çektiği Kürt sorununu demokratik yoldan siyasi çözüme kavuşturma, diğeri de şiddet yanlısı bir kanattı. Bu kanat Demirel’in de içinde olduğu, Tansu Çiller ve Doğan Güneş’in Genelkurmay Başkanı olduğu dönemdeki NATO’ya da bağlı olan kanattı. Bunlar 24 Ocak 1993’te önce Uğur Mumcu’yu katlettiler. Çünkü Uğur Mumcu’nun, NATO’nun Kürt sorununda bocaladığına dair çeşitli görüşleri ve düşünceleri vardı. Bu nedenle bir anlamıyla Uğur Mumcu’yu da susturdular. Daha sonra Özal’ın manevi evladım dediği Adnan Kahveci’yi bir trafik kazasıyla öldürdüler. Çünkü Adnan Kahveci ‘Kürt sorunu nasıl çözülmez’ diye çok açık bir rapor yazmıştı. Yine Orgeneral Eşref Bitlis suikastı vardır. Rahmetli Özal her zaman şunu derdi; “Biz artık birçok generali ikna etmiş durumdayız. Kürt sorunu şiddet yöntemiyle çözülmez, bunu başka yollarla çözmemiz gerekir. Halkın Emek Partisi gibi bir partinin parlamentoda bulunması bizim için büyük bir şanstır.”
İlk önce 2 Temmuz 1993 Madımak Katliamı oldu. Bu aslında bütün Alevilere gözdağıydı. ‘Kürtlerle dostluk kurmayın’ anlamında çok uyarıcı bir katliamdı. Bir bakıma devlet, Kürtlere ve Kürtlerin yanında yer alanlara topyekûn bir savaş yürürlüğe sokmuştu. Mesela 4 Eylül 1993’te Mehmet Sincar bir suikasta kurban gitti. Ayrıca Kürdistan’da köy yakma ve faili belli cinayetler oldu. 4 bine yakın köyün yakılması, 17 bin insanın sokak ortalarında infaz edilmesi bu süreçte gelişti. HDP’ye yapıldığı gibi 2 Mart 1994’te biz DEP milletvekilleri parlamentodan atıldık. Yani Özal’ın Sayın Öcalan için gönderdiği heyet bir anlamda böylece milletvekilleri tasfiye edilerek cezaevine konuldular.
Bunlara rağmen Öcalan 1995 sonunda yine tek taraflı ateşkes ilan etti…
Evet, ama devlet buna çok uymadı. Ancak 1995 yılındaki seçimde Refah Partisi birinci parti oldu. Necmettin Erbakan’ın da o dönemde aynen Özal gibi Sayın Öcalan’a çeşitli vasıtalar aracılığıyla mesaj gönderdiğini biliyoruz. Hatta 1995 sonlarında Suriye yönetimini de bir şekilde buna dahil etmek istiyordu. Fakat devlet buna 1996 Mayıs’ında Sayın Öcalan’a karşı çok büyük bir suikast girişimiyle yanıt verdi. Dolayısıyla 1995’teki bu atak da böylece sonuçsuz kaldı. Ayrıca Erbakan 28 Şubat 1997’de bir tasfiye sonucuna tabii tutuldu.
1997’de önemli bir gelişme daha var. O da İsrail istihbaratı Sayın Öcalan’a aracılar vasıtasıyla yedeklenme şeklinde talimatlarla mesajlar gönderiyor ve orada Sayın Öcalan PKK’nin bir özgürlük hareketi olduğunu ve bu özgürlük hareketinin herkesle görüşebileceğini ancak kimseye yedeklenmeyeceği şeklinde bir yanıt veriyor. Bundan birkaç gün sonra Mam Celal Öcalan’ı ziyaret ediyor. Diyor ki; “Serok sen ne söyledin Amerikalılar, İsrailliler sana çok kızmışlar.”
O da “Ben çok normal bir şey söyledim. Bize resmen yedeklenme öneriyorlardı. Yani artık inisiyatifimizi tamamen kaybedip, onların milisi durumuna gelmemiz isteniyordu. Biz de bunu kabul etmedik” dedi. Dolayısıyla 1999 komplosunu anlayabilmek için bu süreçleri de bilmek gerekiyor.
Öcalan’ı Suriye’den çıkaran temel etkenler nelerdi?
1998’de devletin içindeki askeri kanattan belli kesimler Sayın Öcalan’la diyaloğa girmek istediler. Sayın Öcalan da bunlara yanıt verdi, ateşkes tekrar edildi. Ama 17 Eylül 1998 günü Amerika’da Kürt sorununu ve bölgeyi çok ilgilendiren bir siyasi gelişme oldu. O gün Amerika Dışişleri Bakanı öncülüğünde KDP ve YNK ile bir mutabakat yapıldı. Bu mutabakatın bir maddesi de Sayın Öcalan’a karşı tavır almaktı. PKK’ye karşı bir tasfiyeye girişmekti. Şimdi o dönemde biliyorsunuz daha 9 Ekim gelmeden önce Kara Kuvvetleri Komutanı Hatay’a gidip Suriye’yi resmen tehdit etti; “Öcalan’ı ya bize verirsiniz ya da onu Suriye’den çıkarmazsanız size karşı savaş ilan edeceğiz” dedi.
Yani durum çok ciddileşmişti. Bu sürece dair Suriye Devlet Başkan Yardımcısı Abdülhadi Muhattan sonradan anılarını yazdı. Anılarında şöyle diyor; “Durum çok ciddileşince Türkiye’nin tehditleri karşısında Hüsnü Mübarek, Hafız Esad’la defalarca görüştü. Hatta NATO’nun kararlı olduğunu, eğer Öcalan teslim edilmese veya çıkarılmazsa Suriye’den mutlaka Türkiye’nin savaş açacağını söylüyor”. İşte o sırada Abdülhadi Muhattan, Öcalan’ı da görüşmeye çağırıyor. Anılarında diyor ki; “Çok zeki bir insandı. Ben kendisine şu soruyu sordum; ‘Türkiye blöf mü yapıyor yoksa gerçekten bir savaşa soyuna bilir mi?’ Bana Sayın Öcalan dedi ki, ‘Hayır Türkiye blöf yapmıyor. Bir savaş kapıda sayılır.’ Ben de dedim ki peki o zaman ne yapmalıyız? Dedi ki ‘Benim Suriye’den çıkmam lazım. Çünkü ben hiçbir dostumun benden dolayı zarar görmesini istemem. Bugüne kadar 20 yıldır biz bölgedeyiz, Ortadoğu’dayız, Suriye’de, Lübnan’da kaldık. Uzun süreler bu konuda sizden sadece dostluk gördük. Ben çıkarak ancak bu savaşı önleyebilirim’ dedi.” Sayın Öcalan bunlardan dolayı 9 Ekim 1998’de Avrupa’ya çıktı.
Öcalan kendisine yönelik bu komployu nasıl yorumluyor?
Sayın Öcalan’a yönelik uluslararası komplo 4 aylık Avrupa süreci yaşadıktan sonra 14 Şubat 1999 günü Türkiye’ye teslim edilmesiyle bu süreç tamamlandı. Aslında Sayın Öcalan bu komplo gerçekleştikten sonra şöyle bir tahmini vardı; “Tamamen küresel güçler tarafından düzenlenen bir komplodur. Türkiye’nin buradaki rolü sadece gardiyanlıktır ama bunların amacı Türkiye’de Türk ve Kürt halklarının ağır kayıplar verecek bir savaşı tetiklemektir. Bundan dolayı bu oyuna gelinmemelidir” şeklindedir.
O dönem devlet içindeki görüşmeler Sayın Öcalan’la ilgili şöyledir; “Bu konuda tahlillerin aynı olduğu biliniyor. Hatta biliyorsunuz Bülent Ecevit o dönemin başbakanı ölünceye kadar şu sözü söyledi; ‘Amerika’nın neden Öcalan’ı bize teslim ettiğini hala anlamış değilim.'”
Yine Sayın Öcalan savunmalarında “Bu komplo oyununun sonucunda ben kaybettim kişisel olarak ama bunda Kürt halkı kazandı. Kürt halkını ve özgürlük hareketini yok etmek mümkün değil” diyor.
Komployla amaçlanan neydi?
Komplonun birinci amacı Sayın Öcalan’ı fiziki olarak tasfiye etmekti. Ama Kürt halkı Avrupa’da, Kürdistan’da ve dünyanın her yerinde Sayın Öcalan’a o 4 ay boyunca çok sahip çıktı. Hatta 200’e yakın insanımız “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla kendini yaktı. Sayın Öcalan da 15 Şubat’ta Türkiye’ye teslim edildikten sonra Türkiye’de bütün illerde Kürtler protestolar gerçekleştirdi. Bunun sonucunda Öcalan’ı fiziki olarak ortadan kaldırma konusunda bir gelişme olamadı.
İkinci hedefleri ise PKK’yi bölüp parçalamaktı. Bu da 2004’e kadar yürürlükte kaldı. Osman Öcalan’ların başını çektiği bir kanat ile PKK’yi tasfiye noktasına kadar taşıdılar. Ve Sayın Öcalan’ın bu komploların tahlillerini savunmalarında yaparak, bunları geniş geniş ve derinlemesine çözümledi. Aslında bununla komployu bir anlamda da boşa çıkardı. Ne PKK’yi bölüp parçalama amacı gerçekleşti ne de Sayın Öcalan’ı fiziki olarak tasfiye etmeyi başaramadılar. Ama tabii Sayın Öcalan Türkiye’nin bu rolünü her zaman gardiyanlık olarak yorumladı, “Ben, aslında İmralı’da küresel kapitalist sistemin bir anlamda esareti altındayım” dedi.
Komplo süreci Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle tamamlandı mı, yoksa halen sürüyor mu?
Kürdistan’ın her yerine Sayın Öcalan’ın özgürlüğü için büyük kampanyalar başlatılmıştır. Sayın Öcalan özgür olmayana kadar da, evet bu komplo belki belli hedeflere ulaşamadı ama komplonun bittiğini de söyleyemeyiz. Komplo büyük ölçüde boşa çıkarılmıştır ancak Sayın Öcalan tamamen özgür olmayana kadar komplonun tamamen sona erdiği söylenemez. Bütün Kürt halkı, dostları, her şeyini ortaya koyarak Sayın Öcalan’ın özgürlüğü sağlanmalı. Öcalan özgür olduğunda Ortadoğu’da çözüme ve barışa büyük katkı sunacaktır.
Kaynak: Sadiye Eser-Erdoğan Alayumat/İstanbul-MA