Pakrat Estukyan
Geçtiğimiz hafta bu sütunda sorduğumuz “Kabile devleti değil mi demiştiniz?” sorusunu biraz daha açmakta fayda var. Bu bağlamda bu kez de “Dezenformasyon yasası mı demiştiniz?” sorusuna yanıt arayalım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Rusya dönüşü basın mensuplarıyla yaptığı toplantıda hem ziyareti, hem de ülkenin güncel meseleleriyle ilgili açıklamalar yaptı. KPSS sorularının sızdırılması ile ilgili olarak “FETÖ’cü grup mu desek; 6’lı masa mı desek; bir de masanın altı var, yedi…” diyen Cumhurbaşkanı böylece bir kez daha ‘cambaza bak’ taktiğini kullanmış oldu. Üstelik de skandalın sorumlusu olarak ÖSYM başkanını görevden aldığı sırada.
Aynı şekilde geçtiğimiz günlerde Zaho’da yaşanan saldırıda da bütün parmaklar TSK’yi işaret ederken, Türkiye’de başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, Savunma Bakanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı geleneksel inkâr silahına sarıldılar. Hükümetin yanında hizalanan ve bundan ötürü de fazlasıyla arpalanan medyanın sözcüleri de akla ziyan yorumlarla iktidarın savlarını pekiştirmeye soyundular. Son basın toplantısında Cumhurbaşkanı da aynı yöntemi benimsedi ve masum insanlara yönelik saldırıyla ilgili olarak PKK’yi işaret etti.
Bu tür manevraların Türkiye içinde alıcı bulması için uygun bir zemin salt bugün değil, Cumhuriyet tarihi boyunca adım adım oluşturuldu. Algı oluşturmak üzere ustaca örülmüş bir tarih anlatısı sonunda kitleler, pirüpak bir geçmişe inandırıldılar. ‘Ecdadımız soykırım yapmış olamaz’ inancı, bir sabit fikir halinde kolayca ‘Ordumuz katliam yapmış olamaz’ inancına kadar getirildi.
Bu alanda oluşturulan algı, insanların gözleriyle gördüklerine, kulaklarıyla duyduklarına değil de ezberledikleri kalıplara inanmalarını sağlayacak kadar kör edici olabiliyor.
Böylesi bir sağırlık ve körlük hali içinde de, örneğin Serdar Korucu’nun Ekumenik Patrik Bartholomeos’un ifadesiyle “Şimdi kim kaldı İmroz’dan?” sorusu da duvarlarda yankı buluyor sadece.
Oysa İmroz adası halkının anayurtlarını terk etmek zorunda kalmasıyla sonuçlanan süreç, devlet ve toplum işbirliğiyle sağlanmış organize bir kötülüğün eseridir. Adına toplum mühendisliği denen bu uygulamanın sadece İmroz’la sınırlı olmadığını, orada Rumlara karşı tezgahlanan operasyonun örneğin Maraş’ta da Alevilere karşı uygulandığını biliyoruz.
Hal böyle olunca ülke insanını kasıp kavuran hayat pahalılığının vebali de memleketi yöneten iktidar odaklarından, safsatalarla mali kaynaklar tüketen Maliye Bakanından, kırsal üretimi baltalayan Tarım Bakanından kolayca uzaklaşıp, ‘dış güçler’e yöneltiliyor.
‘Dış Güçler’ tanımı çok az ülkede bu denli işlevsel olabilir. Özellikle iktidarı körü körüne sahiplenen, bu tutumunda en küçük esneklik emaresi göstermeyen, o yüzden de ‘kemik seçmen’ ifadesiyle tanımlanan kitlenin oy oranı yüzde otuzun altına inemiyor.
Bu kesim mutlak bir inanmışlık içinde yaşadıklarından iktidarı sorumlu tutmuyor. Tersine, sokak röportajlarında hayretle izlediğimiz kimi diyaloglarda, tereddüt dahi etmeden enflasyonun ve liranın değer kaybının sebebi olarak muhalefet partilerini işaret ediyor.
Tüm bunlara bakarak AKP iktidarının algı oluşturma, ardından da bu algıyı yönetme konusunda oldukça başarılı olduğunu teslim etmek zorundayız. Ancak bunu yaparken Türkiye toplumunda algılara teslim olma halinin çok daha köklü bir geçmişi olduğunu da akılda tutmak gerekiyor.
İşte tam da geçmişten gelen bu şartlanmanın dışavurumlarından biri olarak ‘Türkiye bunu hak etmiyor’ ifadesini sıkça duyuyoruz. Belli ki insanımız maruz kaldığı sıkıntıların tam da kendi yanlış tercihlerinin sonucu olduğunu teslim etmek yerine, haksızlığa uğradığı algısını benimsemeyi tercih ediyor.
Böylesi çocuksu ve naif bir savunma refleksinin ardında ise yüz yıllık devletleşme sürecinde milletleşmenin bir türlü sağlanamadığını görmek gerekir. Hemşerilik bağları sınıf bilincinin de, millet anlayışının da üstünde bir belirleyicilik oluşturuyor.
Bu tablo içinde dezenformasyonun toplumun iliklerine işlediğini söylemek mümkün. Bu durumda şimdilik geri çekilen yasayla sağlanmak istenen yanlış enformasyonun değil, iktidarı rahatsız eden görüşlerin engellenmesidir.