Ortadoğu’daki karmaşa, global devletlerin girdabıyla birleşince deyim yerindeyse “kimin elin kimin cebinde” bilmecesine dönmüştür. Bölge devletleri, emperyal güçler; çıkarları ve saldırgan politikaları gereği şaşırmış bir konumdalar. Şaşkınlık artıkça bölge kan gölüne dönmeye devam ediyor. Faili meçhul cinayetler, uydu silahlarıyla (serçeyi topla vururcasına) insan vurmalar, doğayı topyekûn tahrip etmeler, “ortak ebedi” düşman için işbirliği yapılarak halkların değerlerinin ayaklar altına alındığı bir süreçten geçiliyor. Cezaevlerindeki baskı ve zulüm bir zamanlar “Amed zindanı”nda uygulanan baskılardan farksızdır. Bizi en çok üzen ise kendilerine “devrimci” diyen kimi güçlerin katliamları kınayan bir bildiri bile yayınlamamış olmasıdır.
Bir zamanlar Özal’ın “bir koyup beş alırız”, Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” politikalarının devamcısı AKP iktidarının soyunduğu serüvenci girişim ülkeyi tamamen yıkıma götürüyor. Sözüm, bunalıma girmiş ülkenin bu durumu karşısında muhalefet dahi yapamayan rejim partilerine, “ulusalcı güçlere” ve liberal oportünist çevrelere değil. Onlar zaten kendilerine verilen görevleri cansiperane bir biçimde yapıyorlar. Peki biz ne diyeceğiz? Günümüz koşullarını da dikkate alarak birkaç temel doğruyu bir kez daha tekrarlayalım: Marksizm’in “üç kaynağından biri olan” (Alman idealist felsefesi, İngiliz politik iktisadı ve Fransız ütopik sosyalizmi) ve başını David Rikardo ve Sismondi vb. çektiği iktisatçıların yaptıkları kapitalizmin “devresel bunalımları” (klasik krizleri) geçerliliğini çoktan gerilerde bıraktı.
Menşevizmin teorik dayanağı olan bu liberal ve “uzlaşmacı” ekonomik tahliller tüm çabalara rağmen canlanamadı, tarihin çöplüğündeki yerini çoktan aldı. Kuşkusuz kapitalizm henüz tüm rezervlerini tüketmiş değil. Önemli olan onların bunalım tahlilleri üzerine kurulan “çözüm” önerilerinin iflas etmesi ve gerici bir konum alması. Menşeviklerin dahi kurtaramadıkları bu uzlaşıcı anlayış “gerçek sosyal demokratların” bile gündeminden çıkmıştır. Günümüzde artık emperyalizm çağındaki kapitalizmin tüm ekonomik ve toplumsal krizlerinin en temel nedenleri “siyasi” bunalımlardır, savaş bütçesinin yarattığı ekonomik tahribatlardır. Türkiye’de yaşanan buhran da bunun dışında değil elbette.
AKP ve yandaşlarının yayılmacı, yeni-osmanlıcı emellerinin yenilgiye uğramasının getirdiği fatura bugün yaşanan krizi yaratmıştır. O nedenle herkes lafı dolandırmadan, kıvırtmadan gerçekçi tahliller yapmalı ve buna uygun görevleri önlerine koymalıdır. Kimilerinin bir türlü kabullenemediği, kabullenmek istemediği gerçek şudur: Ortadoğu’da bir devrimci durum oluşmuştur. Devrimin ana gücü de Kürt halkı ile onunla yan yana yürüyen demokrasiye inanan halklardır. Devrimci paradigma da bu coğrafyada kapitalizmin alternatifi olarak “demokratik modernite”dir. Devrimcileri her türlü bataklıktan kurtaracak çizginin bu olduğu artık kavranılmalıdır. Herkes bu realiteye göre yerini belirlemek ve ona göre devrimci tavır takınmak zorundadır. Bu ise, dipten gelen dalgayı oluşturmaktan başka bir şey değildir.
Demokratik devrimci hareketlenme ile lafazanlık arasındaki önemli fark net olarak burada yatmaktadır. Söylemek istediğimiz nedir? Kendisine devrimci ve dönüşümcü parti diyenler, halk yapılanması olduğunu iddia edenler, demokratik kitle örgütü olduğu açıklayanlar, aydın olduğunu beyan edenler, köşelerde “yazı” yazdığı için kendilerinin gazeteci olduğunu söyleyenler, şeffaf davranmak ve özgür ve kendilerine özgü düşünceleri söylemek zorundalar. Şeffaflık olmadan demokrasi olmaz, özgür ortam olmadan da özgün (has) düşünce boy vermez. Kimse “ben lokal sorumluyum” diyemez, herkes her şeyden ve her yerden konumu ve görevi kadar “global” olarak sorumludur. Kriz anlarında sorumluluklar zincirleme olarak artar.
Halk gerçeği kavradığı ölçüde kendisi için değer olabilir. Onun için “bir halk layık olduğu yönetimle yönetilir” tespiti rasgele yapılmamıştır. Önümüzdeki yerel seçimlerin yaklaştığını ve Ortadoğu’da giderek artan devrimci görevleri de hesaba katarsak devrimci sorumluluk bir kat daha artacaktır. Yerel seçimleri tıpkı milletvekilleri seçimleri gibi klasik bir tarzda ele alıp karşılamak yerine bütün demokratik olanakları sonuna kadar zorlayarak devrimci çizgiyi halkla buluşturmak en temel, belki de tek devrimci görev olacaktır.