Evlerimizi başımıza yıkan, yaşamımızı betona gömen devletti ve bu salt depremle de ilgili değildi
Ceylan Çağır
İnsanın doğayla ahenkli uyumlu birlikteliği onun aynı zamanda düşünselliğini-eylemselliğini tümüyle etkileyen bir yaşamın örülmesini, süreklileştirilmesini de sağlar. Doğa, bu örüntünün yıkılması için karşı devrim başlatan erkek egemen akıl ve tezahürü olan devletli uygarlığın komplo ve bin bir türlü köleleştirme yöntemleriyle metalaştırılır. Her türlü sömürünün odağı ve tahakküm ilişkilerinin bir edimmiş gibi önce doğaya sonra toplumsallığın her hücresine uygulanması, yaşamın bir bütünen cendereden geçirilmesi tesadüf değildir. Varoluşun bütünselliğinin bir parçası olarak yaşamımızı sürdürürken ekolojinin, ekonominin ve demografyanın adeta bir spiral döngüsü gibi birbirine bağlı olduğunu görürüz.
Doğaya ve bir bütün canlılığa ekolojik yaklaşım, ekonomik olarak da eşitlikçi, komünal işleyişi üretir. Sömürü ve kölelik içermeyen toplumsallık demografik olarak yıkıcı ve iktidarı besleyen politikalar yaratmaz. Ancak gasp düzeni olan devletli uygarlık doğanın cansızlaştırılması, vahşi ve bilinmezmiş olarak sunulması gibi çeşitli yöntemleri kullanarak doğayla insan arasındaki ahengi bozmuştur. Bozulan ahenk sonrasında yaşamın her alanına korkunç bir savaş açılır. Toplumsal hafızanın yok edilmesi için sürgünler, zorla göçertme, yerlerinden koparılan halkların yerine başkalarının yerleştirilmesi yoluyla demografyalar değiştirilir.
Devletli uygarlık varoluşsal olarak insani değildir, yaşamsal değildir. Bu sebeple yarattığı krizlere de kaosa da “devlet nerede” diye sorarak yanıt arayamayız. Çünkü onun özü kriz ve kaostur. Haliyle onun bu krizlerden de kaostan da güçlenerek çıkmasını engellemek, toplumsal bir sorumluluk niteliğindedir. Bunu yapmayı daha ilk anda başardık. 6 Şubat depremi ve sonrası gelişen süreçte koparılmaya çalışılan toplumsal bağın, kaybedilmeye çalışılan komün ruhunun tam da “devletin” silikleştiği anlarda ortaya çıktığını gördük, yaşadık. Devletli uygarlığın bunca yıllık ceberut zor yöntemi de çarpıtmalarla dolu zihinsel inşası da nafiledir. Arkaik, kolektif hafızadır hakikat ve en umulmadık anda suyun yatağını bulması gibi toplum hakikati kendi elleriyle bulur.
Hegemonik inşa salt iki cins arasındaki ilişkiyi değil yaşamın genelini sakat bırakmıştır. Deprem çadırlarında dahi eşitlenmeyen kadınların en yakınında yine kadınlar olması, dört bir yandan kadınların dayanışma ağlarıyla hem yaraları sarmaya hem de öz gücünü oluşturmaya girişmesi hegemonik inşa karşısındaki en tutarlı mücadele olarak anlaşılmalıdır. Enkazlardan çıkarılan ancak daha sonra izine rastlanmayanların çoğunun kadın ve çocuklar olması, yiten canların sayılarla ifadelendirilmesi, bedenleri günlerce enkazda bekletilip en son “çözüm” olarak kokmasın diye beton dökülüp taşlaştırılan ölülerimiz ve çocukların kaçırılıp tarikat evlerine yollanması hepsi erkek egemen devletin toplum kırımcı, sömürgeci ve kadın düşmanı politikalarının sonucudur. Tam da bu sebeple depremde de politika hiç olmadığı kadar kadınların gündemi oldu.
Zaten ranttan, talandan ve yaşatmayı değil yok etmeyi esas alan bu düzenden daha mı ütopiktir ekolojik, komünal ve kadın özgürlükçü yaşam isteği. Soru işaretine dahi gerek yok. Akıl almaz olan, vicdani olmayan, iyiye-güzele-doğruya dair her şeyi yok eden bu amansız düzene karşı insan onuruna yakışır bir yaşamı kurma arzusu ve mücadelesi kadınların deprem sürecinde de istikrarla yürüdüğü yol oldu. Kaos aralıklarından halkların ve kadınların lehine ekolojik devrim ile kadın özgürlükçü paradigma ile çıkma iddiası aynı inançla hayatı, dayanışmayı ördü.
Deprem sonrasında yaşanılanlar kapitalizmin sonucuydu ve yıkımdan önce, betonların dışında başka enkazlar da yaratmıştı. Yozlaşmanın, çürümenin, yabancılığın, bireyciliğin, özne-nesne ikileminde yaşam bulan her türlü ezme-ezilme biçimi aslında kültürel enkazdı. Günün yarısında kölelik koşullarında çalışıp haftalık mutfak alışverişinin zor yapıldığı ve adeta mezar olan evlerin kirasının dahi zor ödendiği bu akıl almazlık ise ekonomik enkazdı. Evlerimizi başımıza yıkan, yaşamımızı betona gömen devletti ve bu salt depremle de ilgili değildi.
Toplumsallığın üzerine örtülen binlerce yıllık enkaz elbette kaldırılacak. Bunu sadece umut etmiyoruz. Biliyoruz, erkek egemen devlet aklının en az beş bin yılı bulan bu yıkım, katletme, kırım politikalarının yarattığı enkazın altındaki hakikatin sesini duyuyoruz. Onun çağrısı en kaotik anda dahi içimizde bir yerlerde yerinde duramayan bir çocuk heyecanıyla koşturuyor; taşları, molozları kaldırıyoruz ve duymakla kalmayıp görüyoruz hakikatin o sarsıcı, yalın halini. Orada dayanışma, orada göz göze gelişlerin en güzeli, orada sömürü-talan düzenine itirazın haykırışı, orada en umulmadık yitirilmiş sanılan doğrunun, güzelin, iyinin elleri.