Geçen haftaki yazımda devletin 2000 sonrasında güncellenen yeni savaş konseptinin sadece despotik iktidara dayanmayan, altyapısal iktidar tekniklerini de içeren daha senkronize bir boyuta evrildiğini belirtmiş ve bu yeni konseptin; bireyleri, toplumu ve çevreyi hedef alarak onların mental, sosyal ve çevresel ekolojilerini bütüncül bir kuşatmaya tabi tuttuğunu söylemiştim. Bugün bu üç ekoloji alanından çevresel ekolojiye yönelik müdahalelerle başlamak istiyorum fakat akılda tutulması gereken en temel nokta bu üç ekoloji alanının birbiriyle son derece iç içe ve ilişkili olduğu, bu nedenle de herhangi birine yönelik bir yaklaşımın diğerlerini de doğrudan veya dolaylı etkilediği gerçeğidir.
Çevresel ekolojiye yönelik devlet müdahalelerinin geçmişi çok daha öncelere götürülebilir. Mekâna tutunma ve onu kendi egemenlik sahasında okunaklı hale getirmek için uygulanan birçok iktidar tekniği, gerçekte çevresel ekolojiye doğrudan müdahaleyi de içermektedir. Yeni savaş konsepti içerisinde çevresel ekolojinin yıkımına dair 2000 sonrasında hızlanan ve çoğalan iktidar tekniklerini üç başlıkta ele alabiliriz. Bunlardan ilki, adeta despotik iktidarın kimliğine dönüşen çevreyi yok etme ve tahrip etme geleneğinin hem devamı hem de yeni denilebilecek bazı uygulamalardır.
Örneğin “güvenlik gerekçesiyle” gerçekleştirilen orman yangınları bu geleneğin en bilinen örneğidir. Özellikle 1990’lardan bugüne yakılan ormanların haddi hesabı yoktur. En son Dersim’de tanık olduğumuz bu uygulamanın bir kaza değil, tam aksine isyan bastırmada bir savaş tekniği olarak kullanıldığını görmek gerekir. Çevresel ekolojiye yönelik bir diğer saldırı, sayısı hızla artan güvenlik barajları ve hidroelektrik santrallerdir. GAP ile başlayan ve kalkınmayı esas alan yaklaşımın (fakat esasında devasa Harran Ovası’nın çoraklaşması ile sonuçlanan bir felakettir bu da) 1990’lardan sonra yeni savaş konsepti kapsamında güvenlikçi bir perspektife tabi kılınması ile birlikte Kürt bölgesindeki bütün derin vadiler suyla doldurulmaya başlandı. Bu barajlar inşa edildikleri alanlarda yaşayan tüm canlıların yaşamlarını doğrudan etkilemenin yanı sıra, yaylacılıkta kullanılan yüzyıllara dayanan geçiş yollarının yok edilmesi, yereldeki sosyal ve kültürel iletişim ağlarının kopması anlamına da geliyor. Ayrıca Dicle ve Fırat nehirlerinin geçiş güzergâhları boyunca kurulan binlerce yerleşim yeri de bu barajlardan doğrudan etkilenmektedir.
Yine Hasankeyf örneğinde gördüğümüz üzere bu barajlar aynı zamanda bin yıllara dayalı kültürel değerlerin ve o değerleri ortaya çıkaran toplumların tarihsel izlerini silen, mekânı hafızasızlaştıran bir boyut ile aynı zamanda sosyal ekolojinin yıkımını da içermektedir.
Tarihsel bir coğrafi dokunun üzerini barajlarla örten bu yeni yaklaşım, hafıza-kırımı bir siyaset olarak önüne koymaktadır. Çevresel ekolojiye yönelik bir diğer saldırı noktası bu güvenlik barajlarının üzerine inşa edildikleri nehirlerin etrafında kurulan ekolojik ve sosyal yasam dinamiklerini geri döndürülmesi uzun bir zaman gerektirecek şekilde bozmasıdır. Örneğin, Dicle ve Fırat başta olmak üzere birçok büyük nehir üzerinde kurulan barajlar bu nehirlerin geçiş güzergâhları üzerindeki doğal ve sosyal dokuyu yok etmektedir.
Hatırlamak gerekir ki bu yeni savaş konseptine dair bütün fiili uygulamalar Kürt siyasi hareketi ve bileşenlerinin 2000’li yıllardan beri doğrudan demokrasi, toplumsal cinsiyet eşitliği, ekolojik farkındalık ve katılımcı ekonomi ilkelerine dayanan bir demokratik konfederalizm fikrini önüne koyduğu bir bağlamda gelişti ve hızlandı. Örneğin 2009 yılında ilki Amed’de yapılan Mezopotamya Sosyal Forumu’nun bir çıktısı olarak Mezopotamya Ekoloji Hareketi kuruldu.
Bu oluşum iktidarın çevresel ekolojiye yönelik sistematik saldırı dalgasına bir tepki olarak ortaya çıktı. Çevresel ekoloji meselesini sosyal ve mental ekoloji ile uyumu çerçevesinde ele alan Mezopotamya Ekoloji Hareketi adeta bir ahtapotun kolları gibi hızla çoğalan barajlara, HES’lere, maden ocaklarına bir tepki olarak gelişti. Doğal ve ekolojik kaynakların özelleştirilmesinin karışışında durarak bu yeni iktidar tekniğinin aynı zamanda neo-liberal talanın da bir parçası olduğu bilinciyle hareket etti.