Uzun soluklu bir yazı dizisi olarak tasarladığım bu seride, PKK’nin silahlı mücadeleyi başlattığı 15 Ağustos 1984’ten günümüze değin Türk Devleti’nin bu harekete karşı yürüttüğü savaş stratejilerinin dönüşümüne ve bu stratejilerin süreklilik ve kopuş temelinde gelişen karakteristik özelliklerine odaklanacağım.
Bütün bu tarihsel çerçeveyi ise özellikle 2013’den beri hayata geçirilen ve 2015’den sonra etkilerini daha somut olarak gözlemleyebileceğimiz yeni savaş konseptini anlamak ve önceki dönemlerden kesinkes ayrışan niteliklerini göstermek için oluşturacağım. Sonraki yazılarda ise 2000 sonrası yeni savaş konsepti üzerinde ayrıntılı olarak durmaya çalışacağım.
PKK, silahlı eylemlerini başlattığı ilk dönemlerde, son derece gaddar bir askeri darbe ile ülkedeki bütün toplumsal muhalefeti etkileri günümüze değin sürecek bir vahşet ile yok eden devlet nezdinde pek ciddiye alınmadı. Nitekim PKK savaşçıları için kullanılan o döneme özgü meşhur “üç beş çapulcu” adlandırması tam da bu ciddiye almamanın bir ifadesiydi. Fakat PKK’nin silahlı mücadelesini küçümseyen bu bakış açısı çok uzun sürmeyecekti. 1985’de hayata geçirilen Geçici Köy Koruculuğu Sistemi ve 1987’de Kürt kentlerinde ilan edilen Olağan Üstü Hal (OHAL) meselenin devlet nezdindeki ciddiyetini göstermekteydi. Devlet, koruculuk sistemi ile Kürtlüğü “devlete sadık olanlar ve olmayanlar” şeklinde bölmeyi, OHAL ile de 1928-1952 yılları arasında Tek Parti rejimi ile özdeşlesen Umumi Müfettişlik benzeri bir “müstemleke yönetimi” ile Kürt isyanını bastırmayı hedefliyordu. NATO üyeliği sonrasında ordunun yapısını soğuk savaşın gerekliliği doğrultusunda cephe temelli topyekûn bir savaş durumuna göre biçimlendiren Türkiye, PKK gibi kır gerillası biçiminde örgütlenen ve hareketli bir savaş stratejisi benimseyen bir harekete karşı mücadelede son derece zorlanıyordu.
Buna bir de 1990 martında patlak veren kent merkezli serhildanlar aracılığıyla genişleyen direniş peyzajı eklenince durum daha da kritik bir hal almaya başladı. ARGK gerillası temelli silahlı mücadeleye eşlik eden ERNK temelli sivil halk mücadelesinin birbiriyle senkronize bir eylem repertuvarı geliştirmeye başlaması ve özellikle 1991-1992’de sayısı hızla artan ilçe (ve hatta kent merkezlerinin) basılması, devlet açısından savaşın mevcut ordu yapısıyla yürütülemeyeceğinin kanıtı oldu. 1990 baharında yayınlanan ve sonradan Kürt basınında “savaş kararnameleri” olarak adlandırılacak bir dizi yasal düzenleme ile özellikle kent merkezlerindeki serhildan dalgasının önüne geçmeye çalışan devlet, öte yandan da koruculuğun yaygınlaştırılması, Özel Tim gibi yeni askeri birliklerin oluşturulması, JİTEM üzerinden kontr-gerilla faaliyetlerinin çoğaltılması gibi sonraki yıllarda adeta 90’larla özdeşleşecek yeni savaş araçlarını da harekete geçirdi. Ordunun yapısında da ciddi değişimlere giderek klasik topyekûn savaştan gerilla ile mücadeleye göre ayarlanmış düşük yoğunluklu savaşa geçişi hızlandırdı.
1993 sonbaharından itibaren ise literatürde isyan karşıtı (contre-insurrectionnelle) veya kontrgerilla olarak adlandırılan savaş stratejisini hayata geçirdi. Koruculuk dayatması ve korucu olmayı reddedenlere yönelik köy boşaltmalarına dayalı zorla yerinden etme, JİTEM gibi yapılarla zorla kaybetme, “Terörle Mücadele Yasası” üzerinden legal sivil alanın terörize edilmesi, yasak bölge ilanları ile toplumun ekonomik yaşam döngüsünün ortadan kaldırılması, koruculuk ve rant ekonomisi ile toplum içi çatışma dinamiklerinin derinleştirilmesi gibi pratikler bu stratejinin birer parçası olarak işe koşuldu. Mao’nun kır gerillası için söylediği “gerilla halk içinde adeta denizde yaşayan bir balık gibidir” sözüne ithafen Latin Amerika’daki isyan bastırma tekniği olarak kullanılan “denizi (halkı) kurut balığı (gerilla) yakala” stratejisinin alaturka versiyonu olarak “bataklığı kurut sinekleri yok et” yaklaşımını benimseyen devlet, 1993-1995 yılları arasında doruğa çıkan bir şiddet ile kırsalda binlerce köyü yakarak milyonlarca köylüyü zorla yerinden etti.
Şehirlerde ise bir yandan OHAL düzenlemeleri ile yasal şiddet tekniklerini çoğaltarak, öte yandan ise kent merkezlerini yakarak ve paramiliter grupları harekete geçirerek “faili meçhul cinayetler” ve zorla kaybetme üzerinden serhildan dalgasını yok etti. Bütün 90’lar boyunca binlerce kişinin yaşamını yitirmesi, milyonlarca kişinin yerinden edilmesi ile sonuçlanan kontr-gerilla stratejisi esas gücünü devletin despotik iktidarından almaktaydı. Sonraki yazılarda göreceğimiz üzere, 2013 sonrası yeni savaş konseptinde bu despotik iktidara eşlik eden altyapısal iktidar, savaşın niteliğini kökünden dönüştürecekti.