İçinde yaşadığımız coğrafyada, hâkim olan resmi ideoloji ancak düzen içine çekebildikleri kişi ve kurumlara hak tanır. Onların her türlü konuşma, örgütlenme hakları olur. Ancak resmi ideolojinin kırmızıçizgilerini eğer eleştiriyorsanız, sizin hiçbir hakkınız olmaz. Devleti en çok yok ettikleri ya da yok etmeye çalıştıkları kesimler -etnik, dinsel, dilsel ya da cinsiyet kimlikleri- tanırlar, çok yakından tanırlar onlar devleti, çünkü devletin zulmünü en çok onlar yaşamışlardır.
İşte bu nedenle bu coğrafyada devleti en iyi tahlil edebilen, resmi ideolojiye en doğru eleştirileri getirenler de işte bu ezilen ve yok edilmek istenen kesimlerdir. Bu Cumhuriyet’in kuruluşundan hatta öncesinden bu yana hala varlığını devam ettiren bir durumdur. Cumhuriyet tarihine bakacak olursak devlet “muhalifini” de hep kendi içinden çıkarmıştır. Muhalefet bu coğrafyada sadece iktidar kavgası olarak algılanır. Her dönem aynı olmuştur. İktidardaki partiyi ya da ana muhalefetteki partileri temsil eden zihniyet, resmi ideolojinin tüm kırmızıçizgilerinde bir aynılık taşırlar. Kürt meselesine aynı bakarlar, 1915 Soykırımı’na aynı bakarlar, Kıbrıs’taki askeri varlığa aynı bakarlar.
Bu devletin tekçi yani Türk ve Sünni-Müslüman kimliğini en yakından tanıyanlar Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler ya da yok sayılan diğer tüm kimliklerdir. En iyi tahlilleri işte bu yüzden onlar yaparlar.
Coğrafyada yerleşik resmi ideoloji herkesi düzen içine çekmeye çalışır. İşte bugün örneğin Deniz Gezmişlerin idamlarının yıldönümü. Hangi Kemalist kanalı açarsanız Deniz Gezmiş’in nasıl sahiplendiği, ne kadar Atatürkçü olduğunu konuşurlar. Oysa Deniz Gezmiş ve arkadaşları asla düzen içi olmamışlardır. Onlar ölümlerinden sonra düzen içi yapılmaya çalışılmaktadırlar. Yapamadıkları belki de dönemin sosyalistlerinden bir tek kişi var o da İbrahim Kaypakkaya. Çünkü İbrahim Kaypakkaya çok genç yaşında Kemalizme karşı tavrını çok net cümlelerle açıklamıştır.
O nedenle de hiçbir Kemalist kanalda İbrahim Kaypakkaya ile ilgili tek bir anma duyamazsınız. İşte bu mağdur seçiciliktir. Bu coğrafyada yüzlerce, binlerce genç devletin zoruna maruz kalarak yaşamlarını yitirdiler. Ama bu gençlerden sadece bazıları anılır, bazılarının ise isimleri bile yasaktır.
Örneğin Kemal Pir, aslında Kemal Pir Türk’tür ama Kürt hareketi içinde yer almış, Kürt hareketine destek vermiş bir devrimcidir ve devletin işkencesi sonucunda yaşamını yitirmiştir. Kemal Pir de hiçbir yerde konuşulmaz. Adının söylenilmesi dahi yasaktır.
Peki bunu sadece yönetenler, iktidar sahipleri mi yaparlar? Hayır. Kendilerini muhalefet olarak tanımlayan kesimlerin de çok büyük bir bölümü aynı anlayış içindedirler. Resmi ideoloji, iktidarı ve muhalefeti ile birlikte (istisnalar tabii ki hariç) belirlemiştir tüm kesimleri.
İşte bugün Özgür Özel’le Tayyip Erdoğan arasında yapılan görüşmeye de aynen böyle bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu her iki liderin de kendi istekleriyle olan bir şey değildir. Buna karar veren devlettir. Bunun en önemli göstergelerinde biri de Özgür Özel’in yanında devlette, bürokraside yeri çok net olan bir dışişleri yetkilisinin bulunmasıdır. Devlet oradadır. Diğer taraftan da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan devletin kararıyla daha doğrusu devlet içindeki askeri ve sivil bürokrasinin isteği ile bu görüşmeyi yapmıştır. Bu bir devlet projesidir. Buna böyle bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Konuştukları konu başlıklarına bakarsanız eğer bir Türklük sözleşmesinin, bu görüşmede yeniden ikame edildiğini, son derece net bir biçimde görürsünüz. Mağduriyet açısından konuşulan kişilere baktığınızda hiçbir zaman Kürtler yoktur.
Bu görüşme önemsiz midir? Tabii ki önemlidir. Eğer baskı gören kesimlerin bazıları bile özgür kalacaksa, cezaevinden çıkacaksa benim için önemlidir. Örneğin Gezi mahpusları, son derece haksız bir biçimde cezaevinde kalmaya devam ediyorlar. Örneğin Çiğdem Mater çocukluğundan beri tanıdığımız sevdiğimiz, annesi babası insan hakları hareketi içinde olan bir insan ve Çiğdem son derece haksız ve hukuksuz bir şekilde cezaevinde kalmaya devam ediyor. Onların cezaevinden çıkmaları son derece önemli. Yine örneğin Can Atalay, Osman Kavala, Mine Özerden ve diğerleri…
Osman Kavala insan hakları savunucularının her zaman yanı başında olmuş, bizler için çok değerli bir insandır. Onların cezaevlerinden çıkmaları ile sonuçlanacak her türlü görüşme çok önemlidir tabii ama bu görüşmede bir eksiklik olduğu son derece açıktır. Aslında görüşmede eksiklik değil, taleplerde bir eksiklik olduğu son derece açıktır. Bugün cezaevlerinde binlerce Kürt insanı yaşamaya devam ediyor. Haksız ve hukuksuz yargılamalardan geçerek gözaltında ve cezaevlerinde kötü muamele ve işkenceye maruz kalarak yaşamaya devam ediyorlar.
İşte geçtiğimiz günlerde Dünya Basın Özgürlüğü Günü’ydü. 3 Kürt gazeteci tutuklandılar Erdoğan, Mehmet ve Solin. Maalesef ki hiçbir muhalif kanalda isimlerinden dahi bahsedilmedi.
Böyle bir durumda herkesin kendi yerini netleştirmesi son derece önemli. Evet, bu coğrafyada zordur resmi ideolojiye karşı olmak. Onun erkek egemen, militer, feodal ve tekçi yapısına karşı olmak her zaman beraberinde baskıyı getirir. Ama bir biatsız mücadele vardır ki işte o biatsız mücadele, coğrafyadaki tüm haksızlıkların konuşulmasının temel sebebidir, temel dayanağıdır. Cezaevinde de olsa konuşmaya devam eder o biatsız mücadeleciler.