Yüz yıllık ret ve inkâr politikasından vazgeçilecek midir? Yani kurucu kadronun 24 anayasasıyla yanlış iliklediği düğme düzeltilecek midir? Devletin, yönetimin vereceği karar bunun kararıdır
Mahfuz Güleryüz
1920’den 1924’e kadar yürütülen tartışmalar cumhuriyetin karakterinin nasıl olacağına dair önemli tartışma süreçleridir. Bu dönemde devlet erkinin devletin şekli ve yönetim biçimiyle ilgili birkaç kez makas değiştirdiğini söylemek mümkündür. İttihat Terakki zihniyetinin kodları ile yetişmiş olan kurucu kadronun temel düşüncesi elbette ırka dayalı bir ulus devlet inşasıdır. Ancak dünya konjonktürü ve Anadolu coğrafyasının etnik çoğulculuğu ve farklı inanç yapısı bunun önünde ciddi engeller teşkil etmiştir. Bu anlamda, dış faktörler ve içerideki talepler bu makas değişikliğinin ana gerekçeleridir. Sevr anlaşması, Çerkez Ethem olayı, Koçgiri isyanı ve hilafetin kaldırılması 24 anayasası öncesi yaşanan çalkantılı dönemin hem tarihsel serencamıdır hem de 24 anayasasına damga vuran teamel gelişmelerdir. Tabii 1920 öncesinde imparatorluğun dağılması ve özellikle 1915 Ermeni hadisesini de aktaracaklarımız ve makas değişikliğine gerekçe olan önemli konular arasında tutmamız gerekir. Bununla birlikte bu bağlamda birçok meseleden söz etmek mümkün olsa da bu yazının meramını aştığı için başlıklarla sınırlı tutmak yerinde olacaktır.
Lozan Antlaşması’ndan sonra cumhuriyetin şekli ve karakteri konusunda büyük tartışmaların olduğunu, yapılan kongre ve konferansların hemen hemen hepsinde bu meselenin tartışıldığını tarihi belgelerden biliyoruz. Özellikle M.Kemal’in yakın çevresiyle bu konuyu kıyasıya tartıştığı, kavga ettiği, işin zaman zaman görevden almalara kadar uzandığını birçok hatırat ve biyografiden öğreniyoruz. Yine tarihi belgeler gösteriyor ki esas tartışma Anadolu çeşitliliği üzerinden yürütülmektedir. Çağdaş olması nedeniyle cumhuriyet fikrinde hemen hemen herkes hemfikirdir. Ancak esas tartışma noktası ve makas değişikliğine neden olan ise cumhuriyetin karakteridir. Cumhuriyetin milli ve dini karakteri konusunda Atatürk ve yakın çevresi arasında net bir ortaklaşma yoktur. Özellikle Kürt meselesine ilişkin tartışmalar sadece Atatürk’ün yakın çevresiyle sınırlı kalmamakta, meclise, 1921 anayasasına ve kamuoyuna da yansımaktadır. Bu konuya dair süreğen bir arayış ve tartışmanın olduğu bilinmektedir. Lozan Antlaşması sonrasında sınırların netleşmesiyle kurucu kadronun “eli güçlenmiş” ve İttihat Terakki kodlarının izdüşümü ile bir cumhuriyet anayasası kararı verilmiştir. 24 anayasası öncesi Kürtlere verilen muhtariyet ve ademi merkeziyetçi çözüm sözleri reddedilmiş ve tek millet esasına dayalı devlet kurma inşasına gidilmiştir. Bu açıdan, 24 anayasası cumhuriyet tarihinin en büyük makas değişikliği olarak kabul edilebilir. Kurucu kadro ya da irade Anadolu coğrafyasının çoklu kimliğini ve inanç yapısını reddederek tek millet ve tek din esasına dayalı bir sistem ihdasına gitmiştir. Devletin dini “İslam” olmuş, İslam’ın başına da Diyanet kurumu kayyım olarak atanmış, dili ve milliyeti de Türk olarak kabul edilmiştir. Bu temel esas üzerine devletin tüm kurum, kuruluş ve mekanizmaları bina edilmiştir. İşte yüz yıldır başta Kürt meselesi olmak üzere yaşadığımız kızılca kıyametin esas başlangıç noktası bu büyük makas değişikliğinin yarattığı tekçi referanslar toplamıdır. Diğer deyişle; 1924 ile 2024 arası yaşanan yakın tarih, kelimenin gerçek manasıyla yıkımın tarihidir. Bu yıkım tarihinden -hangi kimliğe sahip olduğu fark etmeksizin- nasibini almamış, yaşamı ve soluğu eksiltmemiş tek bir ferdin olmadığını söylemek abartılı olmayacaktır. Kimine kıyım, işkence, kimine açlık sefalet yaşattırılarak, kimine ise insani varlık alanları kaybettirilerek bu çarkın cenderesinden geçirildi. 24 anayasası ile başlayan ve devam edegelen isyan ve katliam denkleminin izdüşümünü de vurguladığımız makas değişikliğinde aramak gerekir.
Yaşanan yüz yıllık tarihin Kürtlere yaşattırılan deneyimlerinin tarifi ise oldukça zor. Yüz yıl, Kürtler açısından sürekli bir varlık-yokluk zeminini tarihin sabiti kılmaya çalışırken aynı zamanda buyurgan, münkir, kibirli, aldatıcı, gerçeği yalanla ters yüz eden, kendi gerçeğini işkence ve zorbalıkla kabul ettirmeye çalışan, manipülatif bir karakteri de adeta kural haline getirmiştir. İşte güncel tartışmalar tam da bu tarihin gölgesinde ve şimdilik sürekliliğinde yaşanmaktadır. Örneğin cumhurbaşkanı başdanışmanı Mehmet Uçum’un siyaset ve toplum bilimine aykırı millet, devlet ve toplum tanımlamalarının temeli de bu karakterde varlığını sürdürmektedir. Bu anlamda, yüz yıldır gerçekliği tersyüz etme adına bilimin tahrif edilmesi ve adeta Türk tipi bir bilimin ihdas edilme yarışı sürmektedir. Bu resmi paradigma, aynı zamanda yüz yıldır toplumun temel referans çerçevesini de oluşturmuştur.
İşte yüzyıllık tarihsel belleğin bu gölgesinde, yakın dönemde cumhuriyetin içine düştüğü açmaza ve tıkanıklığa “çare bulma” arayışlarına rastlıyoruz. 24 anayasasının çizdiği rotadan makas değişikliği marifetiyle girilen “yeni dönem” arayışları, 90’lı yılların başından itibaren akamete uğramış ve her seferinde müesses nizam galip gelmiştir. Bununla birlikte; Demirel, Çiller, Yılmaz, Erbakan, Ecevit koalisyon hükümetlerinin çöküşlerini de yine tersinden Kürt meselesini çözemeyen bu akıl getirmiştir. Bir başka ifadeyle bu akıl; “güvenlik”, “bölücülük”, “terör sorunu” ile siyasal-toplumsal meşruiyetini güçlendirmeye ve müesses nizamı korumaya çalışmıştır. Bu tarihsel hakikati esas aldığımızda, Bahçeli’nin bugün ifade ettiği cümleleri Özal’ın, Demirel’in, Çiller’in, Yılmaz’ın, Erbakan’ın ve Erdoğan’ın sözlerinden ayrı okumamak gerekir. Özal’ın öldüğü -belki de öldürüldüğü- hafta Kürt meselesinde yeni bir dönemin başlangıcı gerçekleşecekti. Başbakan sıfatı ile ilk kez “Kürt realitesini tanıyoruz” diyen Demirel; “federasyon dahil her türlü çözümü konuşmalıyız” diyen Çiller; “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyen Yılmaz’dan sonra yine başbakan sıfatıyla Erbakan çözüm için direkt silahlı mücadele veren güçler ile diyaloğa girmişti. Erdoğan’ın çözüm eksenli söylediği sözlerin çetelesini tutmak ise imkânsızdır. Tüm bu şahsiyetlerin girişimleri ve sözleri Kürtlerin mücadelesinden ve vermiş oldukları bedellerden elbette bağımsız değildir. Ancak aynı zamanda tümünün konjonktürel gerekçeleri de vardı. Bu anlamda, bu tarihsel sözlerin tümünü kendi içinde bir “makas değişikliği” arayışı olarak okumak mümkündür. Ama saydığımız ve dahi sayamadığımız birçok girişim söz konusu bu tarihsel kurucu karaktere çarpıp adeta tuzla buz olmuştur. Erdoğan hariç tüm aktörlerin de deyim yerindeyse “başını yemiştir”.
Kuşkusuz bahsedilen süreçlerin en derin ve en gerçekçi olanı yakın zamanda gerçekleşen “çözüm süreci”dir. Bu sürecin en önemli yanı, tarafların doğrudan ve heyetler üzerinden görüşmesi ve bu görüşmelerin kamuoyu tarafından bilinmesiydi. Bugün iktidar medyası ve taraftarları her ne kadar bu tarihsel süreci manipüle etme aklı ile dezenformasyona yönelse de sürecin kendisi adeta canlı yayınlanır gibi aşikâr gerçekleştiği için ve tarihin şimdiki zamana yakınlığı itibariyle gerçekliğin tahrifinde başarılı olduklarını söylemek güçtür. Dolayısıyla 2000’li yılların başından başlayarak 2015 yılına kadar devam eden süreç tüm canlılığıyla hafızalarımızdaki yerini korumaktadır. Burada detaylara girmeden önemli bir iki noktanın altını çizmekte yarar var. Müzakereler devam ederken ve belki de çözüme en yakın olduğumuzu düşündüğümüz zamanda MGK’da Çöktürme Harekât Planı’nın yapıldığı bilinmektedir. Kürt meselesinin çözümü için çalışan devlet erki MGK’da tıpkı Şark Islahat fermanındaki planlamaya benzer bir planlama yaparak müzakere sürecinin bir tasfiye sürecine dönüşmesinin “derin” hazırlığına girişmiştir. Eylül 2014 yılında hazırlanan bu plan yüzyıl önceki ret, inkâr ve imha kodlarına yeniden dönüşün ve 24 anayasası rotasında ilerlemenin kararı olmuştur. Peki bu karar neden yeniden güncellenmiştir ve çözüm çok yakınken ve Kürt meselesinin çözümü tüm Türkiye için muazzam imkanlar yaratacakken neden terk edilmiştir? Bu konuda çok şey söylendi ancak meselenin güncelliği bakımından birkaç hususu yeniden hatırlamak yerinde olur:
- Yönetim kademesi ya da devlet erki, ideolojik-politik düzeyde halklar yararına bir perspektife sahip değildi. Politik ve felsefi açıdan yeni dünya ve bölge konjonktürüne göre hareket etme yerine yüzyıllık inkâr politikasının başarılı olabileceğine bir kez daha karar verdiler.
- Buna bağlı olarak Kürt siyasetinin “demokratik ulus” fikriyatının esas toplumsal ve siyasal mahiyetini görmezden gelerek bölünme paranoyası ile hareket ettiler. Oysa Demokratik Ulus Paradigması sadece Türkiye toplumu için değil, tüm bölge halkları için bir kurtuluş reçetesi olmaya devam etmektedir.
- Artan Kürt nüfusunu bir tehdit olarak algıladılar.
- Kürtlerin niceliksel büyümesinin yanında sermaye açısından gelişimini de tehdit olarak algıladılar.
- Siyaseten büyüyen, halkların eşitlik hakikatini savunan Demokratik Ulus Paradigmasını topluma sunan ve her geçen gün daha fazla kabul gören yükseliş halini de bir tehdit olarak gördü. Zira ret ve asimilasyon politikaları sonuç vermemiş; tersine Kürtler, Demokratik Ulus Paradigması ile hem kendi tabanının hem de toplumun çeşitli ve birbirinden farklı dinamiklerinin ortak mücadelesi sayesinde istikrarlı varlığını ve gücünü büyütmeye devam etmiştir.
Devlet erkine, tarihsel bir süreklilik içinde kalmanın siyasal tercihini bir kez daha yaptıran da bizatihi devlet aklının yukarıda vurguladığımız bu karakterinin kendisidir. Tercihin adı, yüzyıllık ret ve inkâr rejiminde ısrar etmek olmuştur. MGK’da itinayla hazırlanan ve devreye sokulan “çöktürme harekât planı”nda kaç kişinin öldürüleceğinden, kaçının sürgün ve göçe zorlanacağına, hangi kentlerin yıkılacağından siyasi kadrolara kurulacak kumpaslara kadar detaylara yer verilmiştir. Makas değişikliği rafa kaldırılmış ve ret, inkâr ve asimilasyon politikalarında ısrar kararı bir kez daha alınmıştır. 7 Haziran seçimleri sürecinde devreye konan bu plan bütün hızıyla günümüze kadar devam etmektedir.
Peki ne değişti de devlet yeni sözler söylemeye başladı? Elbette bu sözleri “samimiyet ölçerlikten” geçirmenin aksine esaslı bir tarihsel-siyasal okumaya tabi tutma ihtiyacı muhakkaktır. Söylenenlerin ve yürütülen siyasetin Kürtlerin geleceği için ne ifade edeceğinin ufku, örgütlü mücadelenin yolunun daha güçlü ve birlikte yürünmesiyle genişletilebilecektir. Bu anlamda devletin sözlerinin asıl gerekçesinin, diz çökmeyen Kürt muhalefetinin ve zorunlu yeni konjonktürün olduğunu söylemek gerekir. Burada asıl soru ise şudur: yüz yıllık ret ve inkâr politikasından vazgeçilecek midir? Yani kurucu kadronun 24 anayasasıyla yanlış iliklediği düğme düzeltilecek midir? Devletin, yönetimin vereceği karar bunun kararıdır. Eğer o kodlar reddedilecekse “Demokratik Ulus Paradigması” sadece Türklere ve Kürtlere değil, bu topraklarda yaşayan tüm halklara ve inançlara, tüm ezilenlere ve sömürülenlere nefes aldıracaktır. Zira Kürt siyasası, çözümü halkların başına bela olan ulus devlet modelinde değil, demokratik cumhuriyet modelinde görmektedir. Bugün ulus devleti olan halkların zülüm ve yoksulluk cenderesinde devam eden yaşamları, bizlere bir kez daha şu tarihsel hakikati göstermektedir: bu topraklarda toplumun ihtiyacı demokratik bir cumhuriyettir. İçinden geçtiğimiz süreçte ekmek kadar, su kadar ihtiyaç duyduğumuz gerçek bir demokratik yaşamı inşa etme fırsatı, inkâr politikasına bir kez daha kurban edilecek mi yoksa edilmeyecek mi? Bunun olanaklı kılınmasının ilk adımı tecridin kaldırılmasından, yani bugünden yarına sorunu ertelemeden barışın yolunu açmaktan geçiyor.