Maraş’ta ardı ardına gelen depremler sonrasında milyonlarca insanın yaşadığı on ilde büyük yıkım yaşanırken, yıkılan binaların enkazı altından yükselen imdat çığlıkları televizyonlarda, sosyal medyada yankılandı; ama uzun süre enkazın etrafındakiler dışında kimse bu çığlıklara yanıt veremedi. Bu büyük yıkım karşısında devlet, tüm kurumlarıyla donup kalmıştı adeta. Ancak depremlerin üzerinden 25-30 saat geçtikten sonra bu donma halinden çıkabilen devletin ilk icraatı ise depremde yakınlarını kaybedenlerin ve enkaz altındaki yakınlarının çıkarılmasını bekleyenlerin isyana dönüşen öfkesinin, ülkenin geri kalanı tarafından duyulmasını, öğrenilmesini engellemeye çalışmak oldu. Belli ki -tıpkı pandemi sürecinde olduğu gibi- on binlerce insanın yaşamına mal olacak bu acizliğin üzeri örtülmeye çalışılıyordu.
Ortada garip bir durum vardı aslında. Daha önce, iletişim teknolojisi bu kadar gelişkin değilken, ülkenin dört bir yanı henüz duble yollarla, havaalanlarıyla donatılmamışken yaşadığımız deprem ve diğer afetlerde bile iletişim, ulaşım sağlanmasına gayret ediliyor; iyi kötü bir organizasyon içinde asker, Akut ve benzeri birimlerin arama-kurtarma çalışmaları fazla gecikmeden başlıyor; Kızılay çadırları kısa süre içinde kuruluyor, yetersiz olsa da afetzedelerin sağlık, beslenme, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamak için gösterilen çabaya tanık olunuyordu. (Bunları söylerken niyetim, geçmişe övgüler dizmek değil; bugün yaşadıklarımızın geçmişle karşılaştırıldığında bile ne kadar vahim olduğunu vurgulamaktır.) Gelinen zamanda ise hükümetin övüne övüne bitiremediği otoyollar, havaalanları, devasa şehir hastaneleri ve her an her yerden iletişimi olanaklı kılan teknolojik gelişmelerle birlikte olası bir afete karşı çok daha hızlı müdahale edilebileceği bekleniyordu.
Tüm bu yaşananlar ve beklentilerle birlikte “Nerede bu devlet?” sorusu hem depremzedeler hem de tüm engellemelere rağmen gerçekleri öğrenme imkanı bulabilenler tarafından sıkça sorulmaya başladı. Bu soruya devletin en üst düzeyinden gelen yanıt ise, devleti/saray iktidarını eleştirenleri “fitne grupları” olarak itham etmek, gelecekte cezalandırmak üzere “defterlerini tutmak”la tehdit etmek ve 10 ilde üç ay süreyle OHAL ilan etmek oldu.
“Nerede bu devlet?” sorusu, 1980’lerle başlayan, AKP iktidarında büyük ölçüde tamamlanan neoliberal dönüşüm sürecinde devletin yeniden yapılanmasının göz ardı edildiğini göstermektedir. Zira bu soruda aranan devlet, -yine egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden ama bunun yanı sıra dönemin sermaye birikim rejiminin de gereği olarak- sosyal işlevler üstlenmiş, zor zamanında yurttaşın yanında olan devlettir. Oysa bu devlet, aradan geçen kırk yılda sosyal işlevlerinden tamamen arındırılmış ve Erdoğan’ın da kimi zaman vurguladığı üzere “şirket gibi yönetilen” bir mekanizma haline dönüşmüştür. Yeni haliyle devlet, vergi toplarken de otoyol ya da havaalanı yaparken de bunları toplumun genel çıkarını düşünerek değil; bunlar üzerinden yaratacağı sermaye birikimini ve bu birikimi -ihale, teşvik, imtiyaz vb yollarla- kiminle paylaşacağını hesaplamaktadır. Bu anlayışla devlet, trilyonlarca lira karşılığında verdiği ihalelerle fay hattı üzerine otoyollar, dere yatağına havaalanları yaptırmakta ya da en çürük malzemeyle hastaneler, okullar inşa ettirmekte bir sakınca görmez. Neticede de sel, deprem gibi doğa olaylarından önce bunlar kullanılamaz hale gelir ve bu doğa olayları on binlerce insanın yaşamına mal olan afetlere dönüşür.
Neoliberal dönüşüm sürecinde yeniden yapılanan devletin -piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesi dışında- bir özelliği de hizmet ettiği egemen sınıfın (sermayenin) ve iktidar çevrelerinin çıkarları ile toplumun geniş kesimlerinin çıkarları arasındaki çelişki arttıkça, toplumdan yükselecek sesleri kesmek için giderek daha fazla otoriterleşmesidir. Otoriterleşen devlet, bir taraftan elindeki tüm baskı araçlarını iktidar sahiplerinin bekâsını korumak için kullanırken diğer taraftan toplum içindeki etnik, dini vb farklılıkları -milliyetçiliği, ırkçılığı köpürterek- düşmanlaşmaya dönüştürüp, kutuplaşmaları arttırır. Öte yandan diğer ülkeleri tehdit olarak gösterip savaş politikalarını meşrulaştırmaya çalışır. Ardından da savaş ve güvenlikçi politikaları gerekçe göstererek halktan topladığı vergileri ve kamu varlıklarını silahlanmaya harcar.
Sonuç itibariyle binlerce canımızı kaybettiğimiz Maraş merkezli depremler; devlet mekanizmasının toplumdaki genel algıdan çok farklı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Devlette yaşanan dönüşümün sadece AKP’ye mal edilmesi, “AKP giderse her şey düzelir” yanılgısına neden olacaktır. Oysa örneğin Altılı Masa’daki partilerin uygulamayı vaat ettikleri politikalar da AKP’nin yirmi yıldır uyguladığından farklı değildir ve bu partilerden hiçbiri ne neoliberal politikalara ne de devletin bu politikalar doğrultusundan yeniden yapılanmasına karşı çıkmamaktadır. O halde deprem nedeniyle tarifsiz acılarla yaşanmakta olanların tekrarlanmaması için bir mücadele yürütülecekse eğer; bu mücadele doğru hedeflere -yani tüm toplumsal ilişkileri ve devletin de içinde yer aldığı kurumları, toplumun genel çıkarlarına rağmen dönüştüren kapitalist sisteme de- yönelmelidir!