Korona salgınından istifade ile AKP-MHP iktidarının çıkardığı İnfaz Yasası’nın ardındaki asıl gerçek fazla irdelenmedi. Oysa bu İnfaz Yasası’yla mafyaya af çıkarılması bir kez daha devlet, mafya ve siyaset ilişkilerini gözler önüne serdi. Devletin ve iktidardaki partilerin koruyucu şemsiyesi altında yasa dışı işlerle uğraşan, zor kullanarak birtakım çıkarlar sağlayan ve gerektiğinde devlet güçlerine yardımcı olarak paramiliter görevler üstlenen mafya grupları, görünürde siyasetin geri planında ama gerçekte siyasetin her alanında yer aldılar. Siyasal iktidarlar ve düzen partileri kendilerine yardımcı oldukları sürece onları korudular ve kolladılar. Büyük çoğunluğu yargıdan muaf tutuldu ya da az ceza almaları sağlandı. Ceza alanlar ise cezaevlerinde ayrıcalıklı ve lüks bir yaşam sürdürdü. Çıkarılan tüm aflardan yararlandırılarak salıverildi.
Devlet, mafya ve siyaset ilişkilerinin tarihi İttihat ve Terakki iktidarı dönemine kadar gidiyor. Enver Paşa’nın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa’nın devlet ve toplum içindeki gizli faaliyetleri bu işin başlangıcını oluşturdu. 23 Ocak 1913’de Bab-ı Ali (Hükümet konağı) Baskını ya da İttihat ve Terakki Partisi’nin hükümet darbesiyle başlayan Teşkilat-ı Mahsusa’lı dönem Ermeni ve Rum kıyımında, Kemalist iktidarların komünist, Kürt ve Alevi kıyımlarında devam etti. M. Kemal öncelikle Enver Paşa’nın kurduğu son istihbarat teşkilatı olan Müsellâh Müdafaa-i Milliye örgütünün 1921’den itibaren hükümete bağlı bir birim olarak resmiyet kazanmasını sağladı. Bu örgüt, Millî Mücadele döneminde düşman faaliyetlerine karşı oluşturulan yerel düzeydeki direnişleri eşkıya ve çetelerle işbirliği yaptı. Bu süreçte Kemalistlerle işbirliği yapan eşkıya ve çeteler affedildi ve bunların birçoğu ulusal kahraman olarak yüceltildi.
Cumhuriyet dönemi boyunca bu ittihatçı gelenek devam ettirildi. Devlet ve siyasal iktidarlar, ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel, dinsel ve mezhepsel tüm muhalif hareketlere karşı eşkıya, çete ve mafya grupları kullandı. Bu süreçte devlet ve hükümetler tarafından korunduklarının ve düzenden nemalandıklarının bilincinde olan mafya şefleri ve elemanları da iktidarların muhaliflerine karşı düşmanca tutum almaktan geri kalmadılar. Türkiye siyasi tarihinde bu durumun yüzlerce örneği var. Özellikle 27 Mayıs’la başlayan askeri darbe döneminde askerlerin mafya gruplarıyla ilişkileri ayyuka çıktı. Bu dönemlerde Kontrgerilla ve Ergenekon gibi örgütler, devrimci ve demokratik muhalefete karşı devlete yardımcı güçler olarak kullanıldı.
3 Kasım 1996’daki Susurluk’ta meydana gelen trafik kazası devlet, mafya ve siyaset ilişkilerinin dönüm noktasıydı. Bu kaza, mafyatik suçun ve suçlunun ekonomi politiğini, siyasal iktidarlar ve düzen partileri ile çıkar ilişkilerini, suç örgütü dayanaklarını ortaya çıkardı; kapitalist sistemin ve egemenlerin ekonomik, siyasal, toplumsal ilişki ve işleyişini gözler önüne serdi; baskı, sömürü ve tahakküme dayalı kapitalist sistemin tüm kirli çamaşırlarını ortaya çıkardı. Bu nedenle devlet ve siyasal iktidar ilk kez kendisini koruma ve kollama refleksiyle soruşturma başlattı. MİT’in, Teftiş Kurulu’nun ve Meclis Araştırma Komisyonu’nun raporları ile tamamı olmasa bile çok önemli siyasal gerçekler kamuoyunun bilgisine sunulmak zorunda kalındı. Böylelikle yıllardan beri yapılan dedikodu ve spekülasyonların ötesinde somut olarak devlet-mafya-siyaset üçgeni (eşkenar üçgen olmayan ve köşe çapları değişken olan) içinde yaşanan karanlık ilişkiler ağı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış oldu.
Susurluk’tan sonra MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın hazırladığı raporda şöyle bir vurgu yapılmıştı: “Devletin içinde kontrolsüz güçlerin varlığını, bu güçlerin devletin ihtiyaçları dışında da bazı istenmeyen faaliyetlere yönelebildiğini, güvenlik kuvvetlerinin resmi güçler dışında bazı unsurları da devlet görevi adı altında kullandıklarını. (…) Devletin bazı belgelerinin gayri kanuni unsurlara verilebildiğini, kontrolsüz güçlerin bazı siyasi güçlerce veya kişilerce desteklendiğini, devlet adına yapıldığı öne sürülen işlerde dahi büyük miktarlarda maddi çıkarların söz konusu olduğunu gösterecek nitelikte emarelerin çıkmasına neden olmuştur.”
Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı raporda ise şu tespitler yapılmıştı: “Kamuoyu, siyasetçi-Yeraltı Dünyası-Kamu Kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır. Bu faaliyetlerin “terörle mücadele ve ülke menfaatleri” olarak gösterilmesi ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur. (…) Susurluk olayı ile alakalı ve ilgi çekici bir husus da kurumların kendi kusurlarını unutup bir diğerini suçlama konusundaki itinalı davranışlarıdır. Askerler ise tam bir suskunluk ve sessizlik içinde olaylara sadece seyir açısından bakmışlardır. Oysa Jandarmanın söyleyecek çok sözü olması gerekirdi. (…) Siyaset de Susurluk konusunda tarafsız olmamıştır. Konunun ülke meselesi mi hükümet meselesi mi olduğu siyaset sahnesinde anlaşılamaz hale getirilmiştir.”
Tabi ki bu raporlar eski dönemde kaldı, artık her şeyin tek kişinin siyasal iradesine bağlı olduğu başkanlık rejiminde ne bu kurumların soruşturma yapmaları ne de bu tür raporların hazırlanması mümkün değil. Ancak kapitalist sistem devam ettiği müddetçe AKP-MHP iktidarında her şeye karşın devlet, mafya ve siyaset ilişkilerinin bir şekilde devam ettiğini biliyoruz. Aynı şekilde bazı muhalif partilerin de bu tür ilişkiler içinde olduğunun farkındayız. Önümüzdeki süreçte belki yine bir trafik kazası, belki bir adli kaza, belki bir siyasi skandal saklanamayan kirli çamaşırları bir şekilde ortaya dökebilir. Ama biz o günleri beklemeden kesintisiz olarak siyasal gerçekleri açıklamaya devam etmeliyiz.