Geçen haftaki yazımda değinmiş olduğum “ontolojik güvenlik” ya da “ontolojik güvensizlik” konusunun oldukça açıklayıcı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Bu kavramın hikâyesi 60’lı yıllara kadar gidiyor. Ama, özellikle “uluslararası ilişkiler” literatüründe gündeme gelmesi Anthony Giddens’ın yazdıkları üzerinden gelişmiş. Giddens, küreselleşme sürecinde ortaya çıkan “risk toplumu”nun, ulus devletler dünyasının daha kırılgan, tartışmalı ve çatışmalı hale gelmesiyle, insanları, yerleşik normlarda ve rutinlerde bir güvenlik duygusu, bir ‘koruyucu koza’ aramaya yönelttiğinden söz ediyor.
Gerçekten de bu kavramın, Türkiye’de “çözüm süreci”nin, neden sona erdirildiğini ve sonrasında olan iç savaş nitelikli çatışmaların nasıl ve neden geliştirildiğini anlamak için kullanılabilecek bir kavram olduğunu düşünüyorum. Nitekim bu süreçte ortaya çıkan çatışmalı durumları meşru kılmak için iktidarın oldukça sık bir biçimde bu “Mesele bir ‘beka’ meselesidir” diye açıklamalarda bulunmasının da yine bu kavrama işaret ettiğini düşünüyorum.
Erdoğan’ın Şubat 2015’de Dolmabahçe mutabakatı için “bu, hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” dedikten çok kısa bir süre sonra bu işin yanlış olduğunu, böyle bir mutabakatın olmadığını söyleyerek masayı dağıtmasıyla gelişen olaylar, Kürtlere karşı “düşmanca” bir tavra geçmesiyle sonuçlandı. İçeride HDP’li belediyelere kayyum atarken, dışarıda da Irak ve Suriye’deki yine Kürtlere karşı bir tür savaş halini devam ettirdi.
Anlaşılan Türkiye devleti, Kürtlere karşı bir tür “ontolojik güvensizlik” duymakta. Üstelik devletteki bu güvensizlik yalnızca Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtlere karşı değil, ülkemizde yaşayan ve kendi vatandaşımız olan Kürtlere karşı da oluşmuş bir güvensizlik. Bu nedenle de devlet açısından yeniden bir çözüm süreci söz konusu bir seçenek değil.
Fakat bu kavram çerçevesinde konuya baktığımızda Kürtlerde de Türk devletine karşı “ontolojik bir güvensizlik” duygusunun olduğunu söylememiz lazım. Bugün, bırakalım Türkiye vatandaşları olan Kürtleri, ama bugün Irak ve Suriye’de sürdürülen savaş hali ve yürütülen diplomasi esas olarak birbirlerine karşı “ontolojik güvensizlik” duyan iki kimliğin savaş hali değil midir?
İlginçtir ve o nedenle de Türkiye vatandaşı olan Kürtleri dışarıda tutmayı tercih ettim, Kürtlerin büyük ölçüde içinde olduğu ve oy verdiği HDP böyle bir güvensizliğin muhatabı olan bir parti değildir. Değildir, çünkü HDP, kuruluşundan beri kimlikleri tokuşturmak için kurulmuş bir parti değildir. O nedenle de yalnızca Kürtlerin değil, toplumdaki diğer bütün sesi duyulmayan kimliklerin partisidir.
Bu tartışmadan çıkarılabilecek sonuçlardan biri, eğer iki kimlik arasında bir “ontolojik güvensizlik” varsa, çözüm, bu güvensizliğin giderilmesine yönelik davranışlar, adımlar ve politikalar uygulamaktan geçer. Bu da her şeyden önce “kimlikler arası temas”’ı gerektiren bir konudur. Dolayısıyla, İktidarın bütün tersine yarattığı algıya rağmen, HDP, kendine olduğu kadar Türkiye toplumuna da güvenen bir yerden siyaset yapan ve “kimlikler arası teması” yürütebilecek bir partidir. Bir başka ifadeyle “ontolojik güvensizliğin” değil aksine “ontolojik güvenin” partisidir.
Özellikle muhalefetin bunu görmesi lazımdır.