Sebatullah Tekin
Türkiye’de milliyetçilik, ırkçılık ve bunlar üzerinden yansıyan şiddet olayları bazen çok dar bir çerçevede ele alınıyor. Milliyetçilik ve ırkçılık Türkiye’de köklü bir ideolojidir ve bu ideoloji devletin sahiplendiği yukarıdan aşağıya yani topluma doğru yayılıp kurumsallaşan bir devlet ideolojisidir. Yapılan ırkçılığı, ötekileştirmeyi ve şiddeti vatan, bayrak sembolizmi üzerinden ajite ederek kendilerine hak olarak görüyorlar. Çünkü bunu “vatan savunusu” için yaptıklarını düşünüyorlar. Türklüğü yücelikle eş tutup diğer kimlikleri daha aşağıda gören, hatta diğer kimlikleri yaşanmaya değmez hayatlar kategorisinde gören bu anlayış bizzat devletin kurumsallaştırdığı, sahip çıktığı ve bunu sürekli canlı tuttuğu bir anlayıştır.
Bu anlayış diğer kimliklere, kültürlere veya siyasal yaklaşımlara bir yere kadar izin verir. Devlet bunları kendisine göre bir “beka” problemi olarak gördüğünden bunları her zaman kontrol altında tutmaya gayret eder. Dolayısıyla daha önce de çok yaşadığımız ve günümüzde de Amedspor’a yönelik ırkçı saldırılar ve depremde mültecilere yönelik ırkçı yaklaşımlar belli bir kesimi veya kişileri aşan kolektif bir ırkçı, milliyetçi saldırıdır. Diğer bir ifadeyle, çeşitli kesimlerin güç aldığı ve bununla motive olup ırkçı saldırılara giriştiği temel ideoloji devletin ideolojisi ve yaklaşımıdır. Bu anlamda Türkiye’de ırkçılığı bireylere veya belli bir kesime mal etmek hatalı bir yaklaşım olur. Türkiye’de ırkçılık tam olarak bir devlet ırkçılığıdır. Çünkü bunun yasal, tarihsel ve hukuksal zemini devlet tarafından oluşturulmuş ve kolluk güçleriyle de bunu denetlemektedir. Dolayısıyla ortaya çıkan şiddet olayları da basitçe küçük gruplar arasında gelişen bir şiddet eylemi değildir. Irkçılığın ve milliyetçiliğin motive ettiği ve arkasında devletin ideolojisi olan birçok kesimin dahil olduğu katılımcı bir şiddet var ortada.
Toplumun büyük bir kesiminin bu şiddet ve ırkçı anlayışta onaylayıcı ortaklığı olmazsa olaylar bu raddeye gelmez ve bu kesimler çok rahat bir şekilde böyle hareket edemezdi. Bu yüzden ortada bir devlet ırkçılığı var ve aynı zamanda bu yaşanan şiddette toplumun büyük bir kesiminin bu şiddette onaylayıcı ortaklığı var. İşte bu yüzden varolan milliyetçi, ırkçı yaklaşım ve şiddeti bireylere veya küçük gruplara indirgemek hata olur.
Michel Foucault, ırkçılığın devletin eylemlerinin ussallığı için bir rehber olduğunu; ırkçılığın biçimini devletin politik araçlarında ve “devlet ırkçılığı” olarak somut politikalarda bulduğunu söyler. Bu yüzden Foucault’ya göre ırkçılık bireysel bir eylemle tanımlanamaz. Irkçılık, politik pratiklere rehberlik eder ve devletin aygıtları aracılığıyla gerçekleşir. Stokely Carmichael’a göre de ırkçılık asıl olarak bireysel düzlemde değil kolektif/yapısal düzlemde işler. Bireysel değil daha çok kolektif olarak ırkçılığı üreten bu sistem Türk etnisitesini üstün, diğer etnisiteleri de (Kürt, Ermeni gibi) daha aşağıda “önemsiz” kategoride gören kurumsal bir düzlemdir. Diğer bir ifadeyle Kürtlere yönelik bu yaklaşım bir “vatandaş hassasiyeti” değil, aksine bu ırkçı, milliyetçi hezeyanlar bir devlet siyaseti ve hassasiyeti olarak vücut bulmuştur.
Irkçılık ve milliyetçilik Türkiye’de dinsel yaklaşım üzerinden de okunması ve analize tabi tutulması gerekiyor. Din bu yıkıcı anlayışın diğer bir motivasyon gücüdür. Türk birliği, İslam birliği gibi veya “Türk İslam Birliği” gibi yaklaşım Türkiye’de kurumsallaşmış ve kemikleşmiş, birbirini motive eden, birbirinden güç devşiren ideolojik yaklaşımlardır. Bunlar birbirini bütünler. Yapılan ırkçı saldırılarda atılan “Allah u ekber” nidaları bunların iç içeliği ve birbirlerinin motivasyon kaynakları olduğu görülür. Din devletin ideolojik bir aygıtı olan Diyanet’in kontrolünde işliyor. Irkçılık ve milliyetçilik devletin yukarıdan aşağıya doğru yaygınlaştırıp kurumsallaştırdığı, sadece istediği zaman belli kesimler üzerinden tekrar tekrar canlandırdığı temel ideolojisidir. Dolayısıyla, din, ırkçılık ve milliyetçilik devletin kendi bekasını bunlar üzerinden muhafaza ettiği temel motivasyon silahlarıdır. Ancak bunları kontrolünde tuttuğu sürece ideolojisini de ayakta tutabilir. Ama bunlar kontrolden çıktığı zaman toplum açısından büyük travmalara ya da sorunlara yol açabilir. Böyle bir tablo elbette siyasal iktidarların da süresini sonlandırabilir. Bu yüzden de devlet her zaman bu kendisini yerelde yansıtan bu güçleri (ırkçı, milliyetçi, dinci) kendini sağlama almak, kendince sivrilen kesimleri bastırmak, bunlara göz dağı vermek veya siyasal iktidar anlayışını sürdürebilmek için kullanır. Türkiye’de bunlar bu yüzden devletin siyasal anlayışının sopalarıdır. Yani ortada olan din ve milliyetçilikle harmanlanmış bir devlet ırkçılığı vardır.
İşte tam da bu yüzden siyasal tercih ve yaklaşan seçimler devletin ırkçılığına karşı da bir seçim olmalıdır. Irkçılığı ve milliyetçiliği MHP’ye indirgemek hata olur. MHP sadece devletin bir yüzüdür. Yerel yürütme organı gibidir ve yıllardır bu şekilde işlev görmüştür. Devletin kurumsallaştırdığı dincilik, ırkçılık ve milliyetçilik Türkiye’nin aynı zamanda ulusal eğilimini de tarihsel olarak belirlemiştir. Bu eğilim elbette değişir ama yıllardır görüldüğü gibi kolay değişmez.
İşte bu yüzden de sol siyaset veya muhalefet devletin bu genetiğini, oluşturduğu yıkıcı ulusal eğilimi değiştirecek bir paradigmaya sahip mi? Yoksa şu ana kadar olduğu gibi temel anlayış yerine sadece iktidarlar mı değişir.