Devletin resmi istatistik kurumu (TÜİK), -aklımızla alay edercesine- gerçek enflasyonu düşük gösteriyor. Ülke genelinde geçerli olan “asgari ücret ile kamu emekçileri ve emeklilerin ücretleri” de devletin resmi istatistik kurumunun bu -gerçek olmayan- enflasyon rakamı üzerinden belirleniyor. Böylece nüfusun yüzde 70’ini bulan ücretliler, emekliler ve onların bakmakla yükümlü olduğu milyonlarca kişi, devlet eliyle enflasyon karşısında eziliyor; yoksullaşıyor.
Bu yetmez gibi emekçilerin yarıdan fazlasının gelirini belirleyen asgari ücretin yıl ortasında enflasyona göre ikinci kez düzenlenmesine ilişkin uygulama hükümet tarafından iptal ediliyor ve Ocak ayından itibaren geçerli olan -TÜİK’in gerçeğin çok gerisinde gösterdiği verilere göre belirlenen- asgari ücretteki düzenleme Şubat bilemediniz Mart ayında etkisini yitirmiş, sıfırlanmış oluyor. Yılda iki kez düzenleme yapıldığında yaklaşık dört ay -TÜİK’in belirlediği- enflasyonun altında kalan ücretle geçinmeye çalışan emekçiler ve emekliler, -ikinci düzenleme olmadığı için- bu yıl on ay boyunca enflasyonun ve aynı zamanda açlık sınırının altında kalan ücretle yaşamaya mahkum ediliyor.
Ülke nüfusunun büyük bölümünün devlet/siyasi iktidar eliyle yoksullaştırılması bununla da kalmıyor; kamu bütçe açıklarını kapatmak gerekçesiyle TBMM’ye getirilmek üzere hazırlanan vergi paketiyle, yoksullaştırılan halk kesimleri tarafından ödenen dolaylı vergiler (KDV-ÖTV) arttırılıyor ve yeni ek vergilerin getirilmesi planlanıyor. Böylece aldıkları ücret, enflasyonun altında ezilen halkın satın alma gücü bir de artan vergilerle tırpanlanırken, yoksulluk da katmerleniyor. Adaletsiz vergi sistemi sadece ücretli emekçileri ve emeklileri etkilemiyor; küçük üretici, esnaf, çiftçi vb. sermaye dışı toplum kesimleri de “devlet eliyle yoksullaştırma”dan payını alıyor.
Devlet, ücretlileri ve dar gelirlileri enflasyona ezdirerek ve insafsız vergiler salarak onları yoksullaştırırken, küçük bir kesimin servetine servet katmasının da yolunu yapıyor. Her şeyden önce üretilen ürünün ya da hizmetin fiyatı artarken onu üreten emekçinin ücretinin -devlet vasıtasıyla- fiyat artışlarının altında belirlenmesi doğrudan doğruya sermayenin kârının artmasını sağlıyor. Öte yandan tüketimden alınan yani emekçinin, dar gelirlinin cebinden çıkan dolaylı vergiler artarken “kâr ve servet”ten alınan vergiler düşük tutuluyor. Bununla da kalınmayıp, “vergi muafiyeti” adı altında sermayenin belirli kesimlerinden hiç vergi alınmıyor. Bununla da bitmiyor! Yoksul, emekçi halktan alınan vergilerden oluşan kaynak, “teşvik” adı altında yine bir kısım(!) sermayeye aktarılıyor. Tüm bu haksızlıklar karşısında sesini yükselten, hakkını arayan olduğunda ise devlet, tüm şiddet aygıtlarıyla (jandarma, polis vs) karşılarına dikiliveriyor.
Uzun sözün kısası AKP iktidarı, devletin geliri yeniden dönüştürme işlevini; milyonlarca işçiyi, emekçiyi, küçük üreticiyi, esnafı, emekliyi yoksulluğa itme pahasına bir avuç sermayedarın servetine servet katması için kullanıyor. Kuruluşundan bu yana neoliberal politikaları ilke edinmiş ve 22 yıldır bunun üzerinden varlığını sürdüren AKP iktidarının bu tercihi, şaşırtıcı değildir. Neoliberal politikaları benimseyen diğer ülkeler gibi -24 Ocak 1980 kararlarından beri- Türkiye’de de devlete atfedilen işlev, kamu kaynaklarının sermayeye transferini gerçekleştirmek olmuştur.
Peki o zaman ne yapmalı?
Her şeyden önce -devlet zoru da kullanılarak- yaratılan sınıfsal eşitsizliğin ve bu eşitsizliğin kaynağı olarak sınıfların (sermaye ve işçi sınıfı) varlığını oluşturan zeminin, bölüşüm ilişkilerinde değil, üretim ilişkilerinde ortaya çıktığını tespit etmek gerekiyor. Bu durumda bugün AKP iktidarı ile cisimleşen sınıfsal saldırı karşısında CHP’nin ya da liberal, sol liberal vb kesimlerin önerdiği gibi “üretim sürecindeki çelişkileri görmezden gelerek sadece bölüşümdeki eşitsizlikleri belirli ölçülerde yumuşatma”ya yönelik çabalardan sonuç beklenmek de anlamını yitiriyor.
‘Ne yapmalı?’ sorusuna yanıt ararken üzerinde durulması gereken asıl mesele, sınıfsal tercihini açık biçimde ortaya koymuş bir siyasi iktidar eliyle yaratılan yoksulluk ve sınıflar arası eşitsizliğin karşısında, sınıf perspektifiyle nasıl örgütlenilebileceği ve bu örgütlülüğün “politik bir güç olarak” ne ölçüde varlık gösterebileceğidir.
Burjuvazi ve onun temsilciliğini üslenmiş bir iktidara karşı oluşacak bir politik gücün mücadele araç ve yöntemlerinin sınıfsal çerçevede belirlenmesi kaçınılmazdır. Böylesi dönemlerde işyeri ve işletme düzeyinde yürütülen ekonomik amaçlı eylem ve direnişlerin etkisi sınırlıdır. Tarihsel süreçte de görüldüğü üzere, sınıflar arası güç mücadelesinde -devletin de etkin rol aldığı- topyekun saldırı koşullarda işçi sınıfının en etkili mücadele yöntemi, üretimden gelen gücün siyasi amaçlarla kullanılması yani “genel grev”dir. Tüm üretim ve hizmet sunum alanlarında eş zamanlı olarak üretimin/hizmetin durması, kapitalist üretimde ve toplumsal düzende emeğin ve emekçinin politik gücünün açığa çıkmasını sağlayacaktır.
Türkiye’de bugün “etkili bir genel grev gerçekleştirme koşulunun bulunmaması”, işçi sınıfının örgütlenmesini ve politik bir güç haline gelmesini sağlayacak şartları hazırlamak için geç kalındığı ve/veya bundan vazgeçilmesi gerektiği, anlamına gelmez. Zira burjuvazinin ve onun iktidarlarının emekçiyi sömüren, halkı yoksullaştıran zulmü, kapitalizm var oldukça sürecektir. Bu zulme karşı sınıf olma bilinciyle örgütlenmek ve mücadeleye girişmek için hiçbir zaman geç değildir!