Türkiye’de 1950 sonrasında ikili bir iktidar yapısı söz konusuydu. Biri benim ‘asıl devlet partisi’ dediğim ‘görünmeyen iktidar’, ki, başkaları buna ‘derin devlet’, ‘siyasete yön veren gizli el’, vb… de diyor… diğeri de ‘görünen iktidar’. 1923-1950 aralığında böyle bir durum, böyle bir ikili yapı yoktu, zaten gerekli de değildi… Tek Parti diktatörlüğü geçerliyken kitlelerin desteğini almak için manipülasyon yapmaya gerek yoktu. 1946’da ‘çok partili’ sisteme geçilince, durum değişti… Fakat ortada gerçek anlamda bir “çok partili sistem” yoktu, hiçbir zaman da olmadı… Sadece birden çok devlet partisine izin verilmişti…
Öyle ya, her isteyen kafasına göre parti kuramazdı… Kurmaya kalkarsa hemen kapatılırdı. Asıl devlet partisinin onay verdiği partiler kurulabilirdi ancak… Siyasi partilerin ve seçimlerin söz konusu olduğu durumda, oy alabilmek, vaad de bulunmayı gerektirir. Dolayısıyla asgari düzeyde de olsa, kitle taleplerinin ve duyarlılıklarının dikkate alınması gerekir. CHP içinden çıkan ve 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, oy kaygısıyla CHP’nin dinle ilgili yaklaşımını esnetti. 1923- 1946/50 aralığında iktidar dinci gericiliğe savaş açmıştı. Tarikatların, cemaatlerin etkinliğini kırmıştı. Bu işi de devletin göbeğine yerleşmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı sayesinde yapmıştı…
Çok partili dönemde bir siyasi partinin iktidar olabilmesi ‘muhafazakâr kitleden’ oy alabilmesi, o kesime tavizler vermesiyle mümkündü…
Fakat rejimin dinle ilgili yaklaşımının değişmesinin asıl nedeni bu değildi. Mülk sahibi sınıflar sadece uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı. Dolayısıyla, dinci gericiliğin önünün açılması sadece görünen iktidarın değil, asıl devlet partisinin de bir tercihiydi… Dinci gericiliğin önünün açılmasının bir nedeni daha vardı: Türkiye 1952’de NATO üyesi olmuştu ve NATO’cu cephe (emperyalizm) de dinci gericilikten nemalanmak istiyordu. Din, ilerici, demokrat, aydınlıkçı, sol… hareketlerin, toplumsal uyanışın önünü kesecek etkin bir araç olarak görülüyordu… Bu yüzden o tarihten sonra asıl devlet partisi dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğin hep arkasında durdu… Tarikatlar, cemaatler sürekli desteklendi. Tabii bu arada ‘irticaya karşı olunduğu’ izlemini yaratmaya da özen gösterilecekti…
Nitekim, boşuna: “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir… Aslında tarikatları ve cemaatleri masum din odakları olarak görmek doğru değildir. Bunların dinle ilişkisi retorikten ibarettir… Her biri bir iktidar odağıdır ve asıl işlevleri kitleleri köleleştirmek, işte, ‘devlet çıkarları’ adına, mülk sahibi sınıflar ve emperyalizm hesabına dini araçlaştırmak, manipüle etmektir… Fakat kapitalizm her şeyin üstünden geçtiği, yoluna çıkan hiçbir şeyi esirgemediği, dümdüz ettiği gibi, dinin de hesabını görmüş durumda… Başka türlü söylersek, kapitalizm dini de ‘kapitalistleştirmiş’ bulunuyor… Aslında tarikat/cemaat denilenler birer kapitalist işletme haline geldiler, holdingleştiler. Dolayısıyla söz konusu olan ‘bildik tarikatlar’,‘ cemaatler değil’, dinci bir söylemin arkasına gizlenmiş kapitalist sermaye grupları… Birkaç gündür yürütülen ‘Adnan Hoca’ operasyonuyla ortaya çıkan ‘manzara’, söylemek istediğimi çok iyi özetliyor… Dinin kimler tarafından nasıl, ne maksatla araçlaştırıldığına, kullanıldığına iyi bir örnek…
Adnan Hoca’nın macerası baştan itibaren hem ‘asıl devlet partisi’ ve hem de ‘görünen iktidar’ tarafından sadece bilinmiyordu, destekleniyordu… Tabii medyanın da malumuydu… Şimdilerde artık öyle bir ‘araca’ ihtiyaç kalmamış olacak ki, üzerine gidiyorlar, mallarına el koyuyorlar… Sermaye el değiştiriyor, daha fazlası değil… Bu operasyon ve benzerleri medyanın ne olduğu, ne olmadığına dair de bir fikir veriyor… Medya sanki yeni bir şey keşfetmiş gibi… Oysa, herkes her şeyi bal gibi biliyordu…
Bu tür görüntüler 28 Şubat döneminde de ortalığa saçılmıştı… Daha doğrusu saçılması istenmişti… Fakat, asıl vaktiyle yere göğe koymadıkları Fetullah Hoca Efendi dediklerinin, macerası din/devlet/mülk sahibi sınıflar ilişkisine dair en çarpıcı örnektir… Bu rejim, bu devlet, bu ülkenin mülk sahibi sınıfları, varlığını ve bekasını dinci gericiliğe yaslanmakta görüyor… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir. Dinci gericilikten medet uman bir iktidarın gideceği yer bellidir… Bu politik İslamcı rejimin hiçbir sorun çözme yeteneği yok… Tam tersine her geçen gün yeni sorunlar yaratıyor, var olanları da azdırıyor. Şimdilik bütçeyi, hazineyi, müşterekleri, ülkenin doğal zenginliğini yağmalayarak, talan ederek durumu kurtardıklarını sanıyorlar ama bu yolun sonu yok… Zira, yakında yağmalanacak, talan edilecek pek bir şey kalmayacak…