Hüseyin Kalkan
Zeynep Türkyılmaz, 1999 yılında master tezini Boğaziçi Üniversitesi’nde Dersim üzerine hazırlamış. Daha sonra Amerika’da Kaliforniya Üniversitesi’inde 19. yüzyılda millet sistemi içinde tanımlanamayan gruplar arasında, (örneğin Kızılbaş Aleviler, Alevi-Nusayriler ve gizli Hristiyanlar gibi,) din değiştirmeler ve dini hareketlilikler üzerine tarih doktorasını yapmış. Türkyılmaz, şimdi bu doktora çalışmasını kitap haline getirmekle uğraşıyor. Geçtiğimiz günlerde Dersim Katliamı’nda yer almış bir askerin günlüğünü yayınlayarak, ses getiren bir çalışmaya imza atan Türkyılmaz, sadece bu günlüğü yayınlamadı, bunu katliam açısından analiz etti. Zeynep Türkyılmaz ile yayınladığı belge ve yaptığı analizi üzerine konuştuk.
-Bu birinci elden ilk tanıklık, bu tür belgelerin kırım açısından nasıl bir önemi var?
Dersim 1937-38’e dair çok sayıda belge gördük. Öyle görünüyor ki daha çok da göreceğiz. Başka mecralarda da belirttim, biz tarihçiler için belge tabii önemli, ancak Dersim özelinde belgelerin bize sağladığı şey yaşananın soykırım olup olmadığını değerlendirmek ya da iki durumdan birini ispat değil. Çünkü 1925’te başlayıp 38’e kadar, hatta 47’ye kadar uygulanan politikaları, uygulanma şekillerini, ve sonuçlarını incelediğinizde, neredeyse BM soykırım sözleşmesinin birebir tanımını görüyorsunuz. Bu sebeple de tanım tartışmasının ötesinde değerlendirmek lazım belgeleri. Genç cumhuriyetin bu ölçekte yıkıcı bir operasyona neden ihtiyaç duyduğunu, ne tür tartışmalarla nasıl hayata geçirdiğini ve yürütülme süreçlerini inceleyebiliyoruz. Dersim’in nasıl yakıldığına ve yıkıldığına dair Dersimliler arasında zaten çeşitli anlatılar var. Ben yazımda da bahsettim. En son Hüseyin Akar’ın 5 yaşında kendi köyünde yakılan insanları anlattığı kısımda kullandığı, “1938 benim için ayrı bir dünyadır. Bu dünyayı tekrar yaşamak istemiyorum. Fakat bu dünya beni bırakmıyor…Orada yanan bendim” ifadesi var. Sonra bakıyorsunuz, bu asker hatıratında da yakılan köylerden bahsediyor, ama insanların orada olup olmadığından ya da yakılan şeyin tam olarak ne olduğunu söylemiyor. Sanki bütün bunlar da onun için bir detay. Özellikle iki anlatıyı bir arada okuyunca anlatılan ve anlatılmayanları, birisinin içinde saklayamadığı yükün ve hayat boyunca taşıdığı travmanın, diğeri için kayda değer bulunmadığını bütün sarsıcılığıyla fark ediyorsunuz. Bu belgenin haiz olduğu önem burada. Agos’ta yayınlanan yazıda belirtmeye çalıştım. Dersim üzerine bilinen şiddet anlatılarına bir örnek olsun diye yayınlamadım. Dikkat çekmek istediğim şey buradaki farklı fail tipiydi. Mesela çoğunluk Sabiha Gökçen’den, onun attığı bombadan söz ediyor. Daha önce asker ve esir alma fotoğrafları çıkmıştı, ama sıradan bir askerin bu operasyonda tam olarak ne yaptığını, ne düşündüğünü, ne hissettiğini gösterir bir kaynakla karşılaşmamıştık. Yıkımı, failler açısından , neredeyse canlı canlı aktaran herhangi bir metin okumamıştık.
Bu hatırat bize bu ölçekte bir yıkımın bombaların ötesinde bir uygulamayla mümkün olduğunu gösteriyor. Tarama operasyonu, Türkiye’nin birçok yerinde getirilen askerin katıldığı ve Dersimlilerin umursanmadan, kayıtsızca, neredeyse insan sayılmadan öldürüldüğü bir duruma işaret ediyor.
-Yaptıklarını soğukkanlı bir biçimde anlatıyor, demek ki yaparken de öyle yapmış.
Nasıl yaptığını tam olarak bilemeyiz tabii ama en azından metinde bir de-hümanizasyon var. Yani, karşısındakilerin, takip ettiklerinin ya da ölülerin de insan olduğunu hissettirir, düşündürür şekilde yazmıyor. Hiçbir duygu izi göstermiyor. Örneğin merak etmiyor karşısındakini, neler yaşandığını, niye yaşandığını da düşünmüyor. Hannah Arendt’in söylediği şey de bu, o kayıtsızlık aslında düşünmemeye ilişkin bir şey, yani siz emre uyuyorsunuz ve bu emre uyarken, bu emrin insanlar üzerinde uygulanacağını da düşünmüyorsunuz. Herhangi etik, vicdani değerlendirme veya tercih yapmıyorsunuz veya bunları yapma yetinizi kaybetmişsiniz. Biraz böyle bir durum karşımızdaki.
-Almanların Yahudilerin kaderine kayıtsız kalmaları gibi.
Bu tür analojiler çok problemli. Her zaman bir şey açıklamıyor, söylemiyor. Ama şunu söyleyeyim. Ben bunu yazarken Hannah Arendt’ten faydalandım. O Eichmann’ın yargılanma sürecinde sıradan bir adamın nasıl böyle bir katil haline dönüşebildiğini açıklamak istiyor. Kayıtsızlıktan zaten bahsettim. Bu işin bir yönü, bir de tıpkı Arendt’in tarifindeki gibi belirgin bir de-hümanizasyon var, sanki karşısındakinin kanının aktığını düşünmüyor.
-Dersim’de bir 38 Kayası var. Munzur’un üzerinde. Fazla mermi harcamamak için, insanları birbirine bağlayıp bu kayadan Munzur’a atmışlar. Yeni yeni bu gibi adlandırmalar yapılıyor Dersimlilerce. Bunu nasıl yorumlarsınız? Bulduğunuz hatırata ilişkin yaptığınız yorumlarınızdan cesaret alarak sorabilir miyim?
Hafıza mekânları oluşuyor. Biliyorsunuz daha önce de bir anıt yapma meselesi vardı. Ben ilk Dersim’i çalışmaya 1999 yılında başladım. O dönem herkes isyandan bahsetiyordu. Bu sebeple de buna benzer anlatıları hatırlamaya ihtiyaç duymuyorlardı. Ne zaman ki mevzu isyandan provoke edilmemiş, planlı katliamlara döndü, insanlar yavaş yavaş hikâyelerini de anlatmaya başladılar. Bu tür hafıza mekânlarının oluşmasına izin vermeye başladılar. Bunlar daha önce bilinmeyen mekânlar olduğu için değil. Ama onun hatırlama biçimleri farklılaştı.
Ajandada yer alan bu
fotoğraftaki kişinin Yusuf
Kenan Akım olduğu
tahmin ediliyor.
-Bu belgeyi bulmanız nasıl oldu?
Bu belgenin bulunması benim en kolay işimdi. Arşiv çalışması bile değildi. Atatürk Kitaplığı Arşivi açılmıştı ve dijital platformda da görüntülenebiliyordu. Ben de evimin salonunda otururken, bazı anahtar kelimeler girdim ve şaşkınlıkla bu hatırata ulaştım. Ben Dersim konusunda uzun seneler boyunca çalışmalar yaptım. Master tezim Elazığ Kız Enstitüsü üzerineydi. O okula 1938’de gitmiş ve sonra öğretmen olmuş yaşlı teyzelerle konuştum. Görüşmeler yaptım.
O okula gitmiş insanlarla konuştum. sözlü tarih çalışmasının yanı sıra elimden geldiği kadar detaylı arşiv çalışması da yaptım. 2000 yılında Cumhuriyet arşivine girmeye çalıştım, beni zorla çıkardılar, Dersim üzerine belgeler istediğim için. Daha sonra Meclis’te kurulan araştırma komisyonunun bir araya getirdiği Dersim arşivine girdim kısa bir süre. Orada Elazığ Kız Enstitüsü’nün öğrenci kayıt defteri vardı örneğin. Orada bile son derece dikkatli davranıyorlardı neyi gösterecekleri konusunda. Tekrardan Cumhuriyet Arşivi’ne girdim 2015’te. Yani arşiv çalışmasında genelde zaman ve emek yoğundur. Bunda ise öyle olmadı. İnternete yüklemişlerdi, bilgisayarıma indirdim. Ama bu tür bir belge nasıl oldu da bu kadar ulaşılır bir şekilde ortaya bırakıldı anlayamadım. Sanırım çok ehil olmayan birisi fark etmeden koydu. Bu bulunan ‘belgeler’ şöyle de bir etki de yaratıyor. Biz artık Dersim konusunda şaşırmamaya başladık. En kötü tarafı bu. Önce Çağlayangil’in bahsettiği gazdı, sonra kız çocuklarının alınmasıydı, sonra kara vagon ve diğerleri. Tabi bunların hepsi çok önemli ve bilinmesi lazım. Ama bu örnekte maalesef, daha fazla şiddet içeren bir belge bulunup ondan sonra birkaç gün konuşulup ondan sonra kapanır bir hale gelebiliyor bu mevzu. Şiddet anlatısının kendisi tüketilebilir, bir yanıyla da normalleştirilen bir şeye dönüşebiliyor maalesef. Ben özellikle buna dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben kendi adıma onun için analize vurgu yapmaya çalışıyorum. Anlaşılmasının, anlatılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. En ideali tabi ki toplumsal yüzleşme ama bu süreçler politik süreçler olduğu için benim diyeceklerim ancak temenni olabilir. Yüzleşmek gerçekten politik bir süreç. Şu anda ne Türkiye toplumunda böyle bir istek var, ne siyasi irade de bunu yapmak zorunda hissediyor ya da yapmak isteği var.
-Nereden baksan zor bir iş.
Evet.
-Çalışmak da, anlatmak da.
Evet.
-Dersimin kolonileştirilmesi’nin veya ıslahı Cumhuriyet kadroları açısından neden zorunluydu?
Zorunda değildi, tercih ettiler. Soruda da öyle belirtmişsiniz. Bence burada bir zorunluluk yoktu. Vergi meselesini ve askere gitmeme meselesinin doğru olmadığını biliyoruz. Ama bu Cumhuriyetin Osmanlı’dan aldığını düşündüğü yüklerden birisiydi. Burada feodal bir yapı olduğunu, tehdit edici bir dini aidiyet olduğunu ve onun Kürtlükle içkin bir bağlantısı olduğunu düşünerek bir tez geliştiriyorlar. Bu tahayyül dahilinde yapıyorlar. Hemen her kolonizasyon örneğinde olduğu gibi, zorunlu olduğu için değil tercih edildiği elzem görüldüğü için. 2. Abdülhamit döneminde de konuşuluyor Dersim meselesi,ama o dönemde ne öyle bir güç var ne öyle bir irade. O dönem için çok uygulanabilir şeyler değil. 30’larda Türkiye Cumhuriyeti yapabilecek durumda ve yapıyorlar.
-Ben biraz farklı bakıyorum. Mustafa Kemal ve arkadaşları bir ulus devlet kurmak istiyorlardı. Bunun için de bir çıbanbaşı olarak gördükleri Dersim’i bir şekilde hal etmeleri gerekiyordu.
Bir şekilde ulus devlet kurabilirsiniz. Dersim ulus devlet kurulmasına engel bir mekân değildi. Kürtlerin tümden yok edildiği bir an ya da durumdan bahsetmiyoruz. Nüfus olarak da alan olarak da Cumhuriyet’i tehdit edecek bir Dersim yok aslında. Bunun başka şekilde açıklanması gerektiğini düşünüyorum.
-Başka bir kimlik olduğu için kendilerini Dersim’e boyun eğdirmek zorunda hissetmiş olabilirler. Boyun eğdirmenin tam olarak ne olduğunu düşünmek lazım. Ne için boyun eğmediği düşünülüyordu?
O isyan tezinde söylendi yıllarca, boyun eğmiyorlardı diye. Ama neydi tam olarak neydi? Nuri Dersimi bile okul talep ediyor, okul açılmamasını bir asimilasyon politikası olarak ortaya koyuyor. Bütün yaşananlar bu şekilde olmak zorunda değildi, bir siyasi tercih olarak yapıldı.
-Daha önceki çalışmalarınıza atıf yaparak, sormak istiyorum. Katliamcılar neden daha çok çocuklara yönelir, onlara el koyar. Özellikle kız çocuklarına?
Çok konuşulmayan bir mevzu. Dersim mevzusu daha çok Alevi oldukları için öldürüldüler, Kürt oldukları için öldürüldüler diye anlatılıyor. Sanki bunun bir tek cevabı olmak zorundaymış gibi. Ama eğer gerçekten 38 öncesi belgelere, etnografik raporlara, nasıl bir siyaset izlenmesi gerektiğine dair yazılanlara bakarsak, değişik bir ırk tanımı tahayyülü olduğu ve bunun beraberinde cumhuriyetin politik elitinin Dersim’in demografik ve kültürel değişimi bir zorunlulukmuş gibi düşünmeye (Burada da bir virgül olamalı)yazmaya başladığını görüyoruz. Bu hedefin ancak çocukların erken yaşta dönüştürülmesi ile başarılabileceğini düşünüyorlar. Şükrü Kaya bunu çok çok açık ifade ediyor. Hatta sadece kız çocuklarına dair değil, erkek çocuklarına dair de benzer bir şey planlanıyor. Ancak erkek çocuklara ne yaptıklarını bilmiyoruz. Birkaç tanesinin askeri okullara alınma hikayesi çıktı ama. Ona dair ben daha detaylı bir şeye rastlamadım. Ama kız çocuklarını çok sistematik ele alıyorlar. Benim Elazığ Kız Enstitüsü üzerine yaptığım çalışmada da bunun bir başka veçhesini görmek mümkün, Ki orada ben kız çocukları temelli eğitim politikasını askeri operasyonun bir ayağı olarak koymuştum. Orada kan yok, çıplak şiddet yok, ama çok yoğun ideolojik bir şiddet var, hem de çok sistematik bir dönüştürme politikası var. Dersimli ‘asilerin’ kızlarından geleceğin Türk annelerini yetiştirmek istiyorlar bu sürecin sonucunda. Bu görevi üzerine alan Sıdıka Avar da buna çok inanıyor. Sıdıka Avar aslında hani günlük hayatta karşılaşsanız kötü diyebileceğiniz bir insan değil. Yaptığı işe çok inanıyor. Zaten, yani bu meselenin iyilik ve kötülük ekseninde konuşulmasının riskleri burada. Askerle ilgili dediğim gibi, sokakta karşılaşsan, kötü bir insan olduğunu düşünmeyebilirsi. Ama yapı ve süreç içindeki fiilleri ve bunların mağdurlar üzerindeki sonuçları farklı olabiliyor. İyiliğin kötülüğün ötesine geçiyor. Bu kız çocuklarının geçmişin Dersim’ini unutup, Tunceli’yi kuracak geleceğin Türk çocuklarını yetiştirecek, geleceğin anneleri olarak yetiştirmeye çalışıyorlar. Köylerde toplanan çocukların bir kısmı köylere öğretmen olarak dönüyorlar. Yani bir şekilde Sıdıka Avar’ın profili çoğaltılıp köylere dağıtılıyor.