Antakya’daki evleri depremde yıkıldığı için o çok propaganda edilen Antalya’daki lüks otellere yerleştirilen bir ailenin anlattıkları, tarihin başka bir trajik sayfasına götürüyor insanı, Dersim’e…
Milyonlarca insan gibi onların da hayatı birkaç saniyede bambaşka bir zamana-mekana aktı. Daha dün çok sevdikleri kentlerinde yıllar içinde edindikleri alışkanlıkların huzuruyla yaşayıp gidiyorlardı. Başlarını sokacak evleri, kaynayan tencereleri, hayatlarının yarını kestirebildikleri bir ritmi vardı. Onurlarını incitecek muamelelerden uzak kendi hallerindeki yaşamları sığınaklarıydı. 6 Şubat depreminde yakınlarının yanı sıra bunları da kaybettiler. Kalabalık bir aile olarak gönderildikleri o beş yıldızlı otelde her şeyden önce kırılan onurlarına ağladılar. “Bize dilenci muamelesi yapıyorlar” diyordu en genç olanı. Yattıkları yataklar bile çöpten bulunanlarla değiştirilmişti. Sıcak su yok, yemek yapacak düzenek yoktu. En çok en yaşlılarını soğuk suyla yıkadıkları için ağlamışlardı. O çöp yataklara layık görülmeleri bile bu kadar acıtmamıştı canlarını. Çünkü onun şahsında geçmişte kalan bütün anlamlar buz kesmişti.
O kadim kente bir daha ne zaman dönecekleri ya da dönüp dönemeyecekleriyse meçhul. Haritadan silinmese de nasıl bir Antakya bulacakları, dönünceye kadar neler yaşayacakları da öyle.
İnsanın aklına Dersim Katliamı’ndan sonra Türkiye’nin dört bir yanına fırlatılan sürgünler geliyor. O sürgün yıllarında neler yaşayıp hangi muamelelere maruz kaldıklarını pek anlatmazlar. Çünkü en çok onurlarıdır kırılan. Hiç bilmedikleri yerlerde üstelik “düşman” olarak kodlanıp yeni bir hayat kurmaları, tüm alışkanlık ve değerlerinden soyunmaları buyrulmuştur. Bu kapsamda hem ucuz işgücü olmuşlar hem de “kuyruklu Kürtler” muamelesi görmüşler.
Onlar da tıpkı Antakyalı aile gibi alıştıkları hayatlarından böylesine haşince sökülüp bambaşka bir zamana ve mekâna fırlatılmışlıklarına çok ağlamışlar, kahretmişler. Onur denilen ve o çok kırıla kırıla korudukları duruşu yere çalmaları istenmiş. Tüm dayatmalara rağmen ona sarılanlarsa kırık dökük ruhları, korku ve kaygılarını sırtlayarak yıllar sonra dönebilmiş memleketlerine.
Elbette her konuda olduğu gibi bu konuda da düz bir paralellik kurulamaz. Nitekim biri devlet katliamı diğeri deprem “felaketinin” dramatik sonuçlarından sadece biri. Ama ikisinin ortak paydaları o kadar çok ki. En büyük paydaysa failin farklı anlamlarla da olsa devlet olması, sistem olması.
Deprem bölgesinin ulusal etnik karakteriyse böylesi bir paralellik kurmayı adeta tetikliyor. Diyarbakırlı depremzedelere Muğla veya Antalya’ya gitmelerinin söylenmesi ya da Kürt Alevi bölgelerindeki nüfusun fiilen göçe zorlanması Dersim’i, asimilasyon ve insan-toplum olarak çökertme planlarını ister istemez düşündürtüyor. Buna bir de Suriye’deki işgal bölgelerinden insan getirileceği haberleri eklenince depremden sonra bölgenin nasıl bir demografik, kültürel-moral farklılaşma yaşayacağı kaygıları ekleniyor.
Her felaketi başka bir fırsata-siyasi-toplumsal mühendisliğe dönüştüren ve bu konuda ciddi bir tarihsel deneyimle donanmış bir devlet var karşımızda. Depremin yarattığı yıkımla ruhları enkaza dönüşmüş insanların savrulacağı farklı coğrafyalarda, ekonomik-siyasi-kültürel iklimlerde hangi tuzaklar, zorluk, yokluk ve yoksunluklarla terbiye edilmek isteneceği konusunda bizim havsalamızın alamayacağı kadar zehirli bir donanım bu.
Bu depremin böyle bir fırsata dönüşmemesiyse bir yanıyla elimizde. Onlarca yıllık özgürlük mücadelesinin yarattığı toplumsal örgütlenme, kültür, moral değerler ve bilinç en büyük umudumuz. Ancak bu ölçekte büyük altüst oluşlarda sadece buna güvenle yetinemeyeceğimiz açık. O açıdan da halkın yaralarını sarmak için dört bir koldan seferber olmak, göç etmelerini bir seçenek olmaktan çıkarmak ilk hedeflerden biri olmalı elbette. Fakat, ekonomik olarak tutundukları son dalları da kırılan, ruhsal anlamda büyük çöküntüler yaşamış bir topluluk açısından göçün de bir seçenek olması ihtimaldir. Tam da bu noktada göç eden depremzedelere ulaşmak, temas etmek, sağaltmak özel bir yoğunlaşma konusu olmalı. Dört bir yana savrulacak bu emekçilerin çalışmak zorunda kalacakları işyerlerinde, yaşadıkları mahallelerde zaten altüst olmuş ruhlarıyla her türlü saldırıya açık hale gelmesini engelleyecek, buralarda kendilerini yeniden örgütleyip hayata tutunmalarını sağlayacak bir dayanışma seferberliği kesintisizce devam etmelidir.
Dersimlilerin yaşadığı acıları, açık hale geldikleri sayısız saldırıları ve sonuçlarını düşünerek bu ipe daha sıkı sarılmak tarihsel bir zorunluluktur.