– Yoksulluk kaç gün sürer baba?
– 40 gün oğul…
– 40 günden sonra biter mi yani?
–Yok oğul, alışırız
*
Alışılıyor ne yazık ki, alışılıyor ve bu koşullara uyma çabası ‘yoksulluk kültürü’ denilen boyun eğmeyi de birlikte getiriyor. Yoksulluğu bir kader olarak topluma sunan ve bunu sabır kavramlarıyla meşrulaştırmaya çalışan söylemler ne yazık ki bu boyun eğmede etkili olabiliyor.
Çünkü kendisine sunulanı irdelemekten, sorgulamaktan yoksun insanlar yetiştirildi. Toplum, olgu ve olayları yargılamadan bilinçsizce benimser duruma getirilmiş. Yalan yanlış bilgilerle manipüle edilmiş. İnsanlar maruz kaldığı kuşatmanın mağduru olduğu gibi sebebi de olmanın açmazı içerisindedir.
İnsanın beynini ve yüreğini kasıp kavuran acı dolu manzaralarla karşı karşıya hayat.
Açlığa, yoksulluğa alışın diyor kimi sözcüler. Alışıldıkça da daha derine iniyor yoksulluk. Kişilerin açlık sınırı altına inip en temel haklarına dahi erişemediği “Derin Yoksulluk” denilen hale dönüşüyor.
Derin yoksulluğun sürdürülemez koşullarını görünür kılmak ve yoksulluğu bir insan hakları ihlali olarak tartışmak için çalışmalar yürüten ‘Derin Yoksulluk Ağı’ Dünya Yoksullukla Mücadele Günü’ne dikkat çekmek ve derin yoksullukla mücadelenin toplumsal bir mücadele olduğunu hatırlatmak üzere geçen hafta “Hikâyenin Yok Hali” adıyla bir kitap yayınladı. Kitap derin yoksulluk içindeki farklı kişilerin gerçek yaşam öykülerinden oluşuyor. Kitaptaki öyküler insanların çaresizliğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Bu konuda yapılan araştırmaların verilerine göre;bir ailenin sağlıklı ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (yani açlık sınırı) asgari ücretin üzerinde.(Bu sadece gıda için yapması gereken asgari harcama tutarını tanımlamaktadır. İnsan onuruna yaraşır düzeyde yaşam sürdürebilmek için gereken harcama tutarı gıda ile sınırlı değildir. Gıda harcaması yanında giyim, konut, ulaşım ve diğer ihtiyaçlar için gerekli tutarın da ayrıca hesaplanması gerekmektedir.)
Gelinen noktada açlık ve yoksulluk kaygı verici bir düzeye tırmandırmış durumda. Kalbi açların, karnı açları görmediği zalim bir süreç bu. Açlara lokmaları küçültme tavsiyelerinde bulunuluyor,midenin üçte birini boş bırakın deniyor.
Halkı açlığa yoksulluğa mahkûm edenler şatafatlı-şaşaalı saraylarda yaşıyor. Zengin-yoksul kavramları birbiriyle ilişkilidir. Aynı öykünün parçalarıdır. Bir yerde birileri yoksullaşıyorsa orada bir kesim de zenginliğine zenginlik katıyor demektir.
*
Teorisyenliğiyle olduğu kadar siyasal duruşu ve mücadeleci yanıyla da tanınan İtalyan düşünür Antonio Gramsci bu kayıtsızlığı, aklı yıkan bir yazgıcılık olarak tanımlar: ”Olup bitenler, herkese eziyet çektiren kötülükler de bir kahramanlığın sonucunda gelecek olası iyilikler de hareket halindeki birkaç kişinin inisiyatifinden çok, kitlelerin kayıtsızlığının ve hareketsizliğinin sonucudur.” Olup bitenler, az sayıda insan öyle istediği için değil, kitleler sorumluluk almadığı ve oluruna bıraktığı için böyle gerçekleşir… Bir dönemin gidişatı, hareket eden küçük grupların dar görüşleri, anlık ihtiyaçları, hırsları ve kişisel ihtiraslarına göre şekillenir ama çoğunluk bunları görmezden gelir, umursamaz.
Hakkaniyet dediğimiz şey biraz da hayatın sağlamasını yapma cesareti ve erdemidir. Yüzleşebilmek,hakikatleri ortaya dökebilmek, gerçeğe varabilmektir. Yüzleşmeyen hayatın kibri, pervasızlığı, acımasızlığı ve bencilliği ortadadır. Aslolan gönül gözünü açmak, kendi içine bakmak, baktıklarını görmek, gördüklerini anlamak, tanımak, onlarla bir bütünlük kurabilmektir. Ancak bu şekilde davranan yöneticiler bunca ekonomik ayrışma ve derinleşmenin, sosyal eşitsizliklerin giderilmesinin kendi görevleri olduğunun bilincini taşır ve bu konuda çalışma yürütürler. Aksi halde zamanı gelir, vatandaştan dersini alır, tarihin çöplüğüne gömülürler.