Doğa, kendi diliyle insanlığa bir şeyler öğretiyor. Dolayısıyla insanın da doğadan öğrendikleriyle birbiriyle ilişkilenmesi, birbirini doğanın diliyle tamamlaması gerekmektedir. Öğrenmeye saygı da bunu gerektiriyor. Bu tamamlama işi başarılmadan başka hiçbir insansal çaba tarih ve insanlık karşısında anlamlaşamayacaktır. Başta ekoloji hareketlerinin doğa karşında böyle bir sorumluluğu bulunmaktadır.
Doğadan öğrenilmiş “Derelerin kardeşliği”, kavramsal olarak müthiş bir tanımlamadır. Dolayısıyla o tanımlamanın içinde bulunanlar; ona örgütlü, bilinçli ve disiplinli yapısallık kazandırması gerekenlerdir. Nasıl ki, derelerin akarak birbiriyle buluşup, birbirini reddetmeden çaylara, çayların ırmaklara, ırmakların da nehirlere dönüşmesi gibi ekoloji hareketlerinin de aynı öz üzerinden kendi kendisini çoğaltması gerekmektedir. Hiçbir gerekçeye, hiçbir geri çekici etki ve nedene sığınmadan kendi kendisini çoğaltması gerekmektedir. Birbirine akmayan, birbirine ilgisiz dere olmayacağı gibi toplumsal doğada da birbirini tamamlayan, birbirine güç ve destek veren, birbirinde kendisini toplumsallaştıranlar özgürleşebilir.
Toplumsallaşma, içinde yaşanılan toplumsal gerçekliğin farklılık temelindeki çoğulculuğunu esas alarak gerçekleşebilir. Farklılıklarından güç almayı bilmeyenlerin çoğalması ve güçlenmesi de mümkün değildir. Onun için toplumsallaşmanın zıttı olan bencillik, bireycilik, şovenist ve onun en inceltilmiş hallerinden olan sosyal-şovenist duygu ve düşünceleri aşarak tüm farklılıklarda bütünleşmek gerekmektedir. İnsanlık tarihine az çok damga vurmuş olan düşünce biçimleri olan ister animist, ister mitolojik, ister dini, felsefi ve pozitivist bilim yöntemiyle kendini açığa vurmuş bütün hümanist ideolojiler de bencillik ve bireycilik toplumsallığa zarar verici olarak ele alınıp mahkum edilmiş; sağlıklı bir toplumsallığı sinsi sinsi kemiren kanser olarak tarif edilip çözümlenmiştir. Dolayısıyla tüm bunlardan bir şeyler öğrenerek kendi özgür birlikteliğimizin temel yapı taşlarını yaşadığımız her yerde inşa edebiliriz.
Kapitalist moderniteyle birlikte bireycilik, toplumun içine sızdırılmış her türlü kötülüğün kaynağı olarak tanımlanmıştır. Kapitalist canavarlar da bu kötülük ikliminden beslenerek kendini canavarlaştırmıştır. Lenin, “bir kapitalist başlangıçta ‘mutlak kâr’ için çaba sarf ederdi. Mutlak kârdan ‘yüzde yüz kâr’ etmeyi öğrendi. ‘Yüzde yüz kârdan yüzde iki yüz kâr’ etmeye başlayınca gözü döndü, ‘yüzde beş yüz kâra’ ulaştığında ise tamamen insanlıktan çıktı” derken bu canavarlaşma sürecini anlatmaktaydı.
Bu kapitalist canavarlık eliyle yaratılmış olan ulus devlet, kapitalist modernitenin bu hastalığını tüm topluma yaydı. “Mahşerin üç atlısına” binmiş ulus devletin, toplum için hiçbir yararı olamadığı halde toplum ona bağlandı. Çevrecisinden ekolojistine, hümanistinden feministine, Alevisinden Sünnisine, sol ve sosyalistinden demokratına kadar büyük bir çoğunluk toplumsal sorunları tartışırken ulus devletin tekçi argümanından kopamamakta, onun dili ile konuşmaktadır.
Greenpeace, bunun tipik bir örneği olmuştur. Yani adına “Yeşil Barış” denilen dünyanın en ünlü çevre hareketi Cudi Dağı’na sahip çıkamamıştır. Çünkü Cudi Dağı, Kürdistan coğrafyasında bulunuyor. Ve orada bir soykırım uygulanıyor. Oysa mitolojik de olsa Cudi Dağı tufan hikayesiyle özdeş bir mekandı. Yani Dünya Kültür Mirasları arasında olması gereken bir dağ. Özellikle İslam alemi için en kutsal bir mekandır. Cudi Dağı, Kuran’a kadar indirgenmiş, zalimler topluluğunun Allah’ın rahmetinin uzaklaştırıldığı yer olarak tarif edilmiştir Cudi Dağı. Ama adı “Yeşil Barış” olan dünyanın en büyük çevre hareketi Cudi Dağı’nı korumayı reddetmiştir. Çünkü savaş karşıtı değildir. Bu anlamda akan bir dere de değildir. Sistem havuzunda yaşayan bir akımdır.
Onun için “Derelerin Kardeşliği”ne gerçekten inanmış ve ona gönül vermiş olanların hızla birleşerek kendilerini örgütlü bir güce dönüştürmeleri gerekmektedir. Bu başarılmadan sonuç alıcı bir mücadele geliştirilemez. Kürdistan’da yürütülen savaşın gölgesi altında tüm Türkiye ve Kürdistan talan ediliyor. Ekolojik yıkım, yağma ve talan hemen her tarafı sarmış durumdadır. Malatya belki bunun için en bariz örnektir. 12.146 km kare olan Malatya coğrafyasında tamı tamına 1074 adet ekolojik yıkım proje uygulaması var. Yani her kilometre kareye bir proje düşüyor.
Her yerel kendi iç yapısında birleşerek bir özsavunma gücü oluşturabilir. Derelerin Kardeşliği’ne doğru bir anlam kazandırılacaksa işe buradan başlayarak yerelden genele doğru bir örgütlü mücadele geliştirmek gerekiyor. Demokratik Konfederalizm tam da böyle bir ihtiyacı karşılayacak örgütlenme modelidir. Her yerelin kendi sorunlarını kendisinin tartışacağı ve tartışmalarının sonucunda oluşturacağı kararları da kendisinin alacağı bir özyönetim biçimidir. Demokratik Konfederalizm, elbette bir devlet sistemi değildir. Halkın, devlet olmayan bir özyönetim sistemidir. Yatay genişlikte halkın öz iradesine dayalı yaygın örgütlenmelerle kendi kendisini öz güç ve öz yeterlilik ilkeleri üzerinden büyüteceği bir örgütlenme alanıdır.
Böyle bir örgütlü alan yaratılmadan halkın bilinçlenmesi, bilinçli ekolojik yaşama katılması mümkün değildir. Bilinçsizlikten kaynaklı olarak genel bir söylem olarak “yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarımız” diyor. Bu temel ekolojik ilkelere, ekolojik yaşam kültürüne ulaşamamanın sonucunda açığa çıkan tanımlamalar oluyor. Oysa ekoloji mücadelesine katılan birinin en başta doğayı kâr edilecek bir zenginlik kaynağı olmaktan çıkararak, yaşanacak yer kılması gerekiyor.
Bunun için de öncelikle bilinçli mücadele araç ve yöntemlerini oluşturmalıyız. Doğadan öğrendiğimiz Derelerin Kardeşliği’ne de toplumsal yaşamımızda böyle bir anlam kazandırabiliriz.