Yerküremiz; evrendeki diğer varlıklara göre en genç olanlardan biri. Güneşten kopan toz ve gaz bulutlarından oluşmuş, bugüne gelmiştir. Tabi günümüzde de gelişimine devam etmektedir. Yanardağların lavları hala yeryüzünü şekillendirmeye devam ederken, depremlerde içerde bir döngünün parçası olarak var olmaya devam etmektedir. Depremler yerkürenin bütünleyici bir çalışmasıdır. Doğasının gereği olarak her yerde dünyamızın şekillenmesi için var olmaya devam edecektir. Bu gerçeklikle binlerce yıl yaşadık ve yaşamaya devam edeceğiz. Bu bilinç bizi daha az zarar görür bir noktada tutacaktır.
Son yıllarda tüm dünyada depremlerde bir artış olmuştur; fosil yakıtların yarattığı boşluklardan kaynaklı tetiklemeler, nükleer santraller ve nükleer silah denemeleri, kaya gazı, maden ocakları depremleri tetiklemekte ve çok ciddi derecede deprem süreçlerini hızlandırmaktadır. Depremlere atıf afet olsa da sonuçları bir devinim ve gerekliliktir. Bununla yaşamayı, uyum sağlamayı göz ardı eden bir sistemdir. Er geç bu sistem de kaybedecektir.
Dört milyar yıllık bir denge son 300 yılda sömürü esaslı olarak hızlı bir şekilde bozulmaktadır. Sivil toplum ve bilim örgütlerinin bu denli fütursuzca fosil yakıtların çıkarılmasının, ormanların yok edilmesi, suların barajlar yoluyla hapsedilmesi ve her türlü madencilik faaliyetlerinin geri dönülmez tahribatlara yol açtığı her defasında dile getirilmesine rağmen herhangi bir şekilde bu öneriler dikkate alınmamış ve çözüm üretilmemiştir.
Doğal olan depremin sonucuna dair gerek merkezi gerekse yerel iktidarların bu gerçeklikten uzak olmaları anlaşılır değildir. Beton-asfalt üzerine kurulu bir imar politikasının etkinliği için çalışmalar yürütülmüş ve bu yönlü planlamalar desteklemiştir. Depremlerle birlikte açığa çıkan bir diğer konu da riskli alan ilan etme ve kentsel dönüşümdür. Bu politika tamamen rant odaklı olup toplumsal yaşam, toplumsal ahlak ve vicdandan yoksunlukla açıklanabilecek tutum ve yaklaşımdır.
İmar politikaları depremlerle gündeme gelen önemli bir konudur. Yüzyıllık kentleşme politikalarının kente göçün önünü açmak ve kentlerde çalışacak işgücü ihtiyacı için insanlara kentlerin ve kentlerdeki konut stoklarını pazarlamış ve öyle bir hale getirmiştir ki; kır yaşamı alt sınıf bir konut modeli olup kötü ve güvensizdir gibi söylemlerle kır yaşamını bitirmek istemiştir. Elazığ depreminin hemen ardından TOKİ’nin gündeme gelmesi de sermayenin motorize gücü olan inşaat ve onun beton-asfalt anlayışının desteklemesinden başka bir şey değildir.
Kır yaşamında yaşayanların deprem ve sonrasındaki afetle ilgili daha fazla zarar görmeleri de tamamen yanlış kent-konut politikalarıdır. Binlerce yıl kırlarda ekolojik konutlar yerel malzeme ile deprem dahil birçok afetle mücadele edebilecek şekilde yapılmıştır. Isınma, soğutma, doğal, sağlıklı ve güvenli yapılar binlerce yıl boyunca yapılmıştır. Son dönemlerde kırda yaşayanların azalması, kalanların ise kente göçeriz diye ciddi olarak bir konut ve yaşama sahip çıkmadığı, geçici olarak bu yaşama baktığı için konutlarda yıkım daha fazla olmuş olabilir.
Toprak, taş ya da ahşap yapılar sahiplenme ile bakımları düzenli olarak yapılırsa yüzlerce yıl birçok deprem, sel, heyelan, fırtına gibi doğa olaylarına dayanmış ve günümüze gelmiş örnekleri vardır. Beton-asfalt sermayesinin beslenmesi adına kanun yönetmelik ve teşviklerle desteklenmiştir. Yerel malzeme ise sermayenin aşırı kâr ve endüstriyel ayağını beslemediği için hep eksik kötü yanlış olarak tanıtılmıştır.
Binlerce yıl birlikte barışık ve dayanışmacı bir yaşam sürmüş bu topraklarda, ırkçılık gibi teklik esasını besleyen anlayışların yaratacağı tahribatın boyutları bu gibi dayanışma zamanlarında ne kadar tehlikeli bir hal aldığı da ortaya çıkarmıştır. Dayanışma ve birlikte yaşama hep kazanmış ve kazanacaktır.