Ayşe Acar Başaran
4-5 Şubat tarihlerinde ‘Demokratik Cumhuriyet Konferansı’ için İstanbul’daydık. 5 şubatta ‘Kadınlar Birlikte Güçlü’nün büyük buluşmasına katılmıştık. Kadın mücadelesini büyütmeye dair tartışmalar yürüttük.
Bir yağmur, bir kıyamet olsa da kadınlarla umutla bir aradayız. Sabah erkenden 15 Şubat gündemli tecrit yürüyüşü için Kızıltepe’ye geçeceğim. Sabah fırtına olacağı için uçuşların iptal edildiği mesajları geliyor, ama şansımı denemeye kararlıyım diye düşünürken sabah 04.20’de telefonuma gelen korkunç mesajla sarsılıyorum. Deprem olmuş. Batman deprem bölgesi değildi, uyku sersemi anlayamadım. Sonra telefonuma sarıldım sosyal medyayı açtım her yer yıkılmış. Merkez üssü Maraş’ın Pazarcık ilçesi olan 7,7 şiddetinde deprem olmuş ve 11 il etkilenmiş. Hemen planlamanın ileri bir tarihe alınması ve depremin yaşandığı bölgelere geçmeye karar verdik.
Bütün arkadaşlarımız oldukları yerlerden deprem bölgesine hızlıca geçmeye başlıyor. Hava adeta kaos, kar, fırtına… Kendimi apar topar havaalanına attım. O arada telefonum elimden düşmüyor, kah sosyal medyaya bakıyorum kah tanıdığım herkesi arıyorum iyiler mi diye. Deprem 11 kenti vurmuş ama bazı illerle ilgili bilgi yok! Aradıkça bazı kentlerde telefonlara ulaşılamadığımı fark ediyorum. Uçak rötar yaptıkça yüreğim daralıyor. Uçuşların birçoğu iptal olmasına rağmen rötarlı da olsa biniyorum. Diyarbakır’da indiğim anda felaketi daha iyi anlıyorum. Trafik felç olmuş, arabasına binen şehri terk etmeye ve daha güvenli olduğunu düşündüğü köylerine gitmeye çalışıyor. 5 dakikalık yolu yarım saatte gidebiliyoruz. Hemen yıkılan bir binanın yanına gidiyoruz. İnsanlar soğukta enkazların başında bir taraftan korku ve bir taraftan gerginlikle bekliyor. Arama çalışmalarının yetersizliği hemen göze çarpıyor, birkaç asker insanları enkazdan uzaklaştırmaya çalışsa da üstünde eşofman olan kadınlar, erkekler, gençler, çocuklar battaniyeye sarılmış durumdalar bir taraftan da gözyaşları içinde bekliyorlar.
Diyarbakır’da kurumlar kriz koordinasyonu oluşturmuşlardı ve çorba dağıtım çalışması yapıyorlardı. Bir süre sonra partimizin irtibat bürosuna geçtik. 13:26’da tekrar sallanmaya başladık. Sakin kalmaya çalışsak da büyük bir deprem olduğunu anladık. Bu sefer merkez üssü Elbistan. Artçılar devam ediyor, yolun ortasında yerin sarsıldığı hissediliyor. Bir süre sonra Eş Genel Başkanımız Pervin Buldan geliyor. Önce yıkımın olduğu bölgelere gidiyoruz, sonra kurumların oluşturduğu kriz koordinasyonuna. Koordinasyonunun olduğu yere insanlar sığınmış, ‘Devlet nerede?’ sorusunu ilk orada duyuyorum. İnsanlar ne yapacağını bilemez halde, gidecek yerleri yok. Artçılar risk taşıyor ama henüz ne bir çadır ne bir destek var. Sonraki gün sabah erkenden Antep için yola çıkıyoruz. Antep’e yaklaştıkça belli bir yerden sonra yakıt bulmak imkansız, akaryakıt istasyonlarının çoğu kapalı, su olmadığı için tuvaletler kullanılamaz halde. Antep’te de partimiz tarafından hızlıca kriz masası kurulmuş, bir taraftan tespitler yapılıyor bir taraftan yardımlar için organizasyon yapılmaya çalışılıyor. Antep merkezde yıkım var ama İslahiye’den sağlıklı bilgi alamıyoruz, milletvekilimiz Muazzez Orhan sabahın erken saatlerinde geçmiş İslahiye’ye ama ona da ulaşmakta zorluk çekiyoruz. İslahiye için yola çıkıyoruz, yollarda devasa çatlaklar içine düşen araçlar… Kıyamet tablosu… İnsanlar yol kenarlarında bekleyiş içinde. Bir aile yıkılmış köylerinin üst tarafındaki yolda serdikleri battaniyelerin üstünde oturmuş, bir taraftan ağlıyor bir taraftan ısınmaya çalışıyor. Onlarla konuşurken köylerinde büyük bir yıkımın olduğunu öğreniyoruz. Gelen giden yok, kendi imkanlarıyla arama çalışmaları yapıyorlar. ‘Kimse gelmedi, insanlar enkaz altında’ diyorlardı. Bir taraftan da öfkeleri yüzlerine yansıyordu.
Oradan ayrılırken yaşlı bir anne ‘Kendine dikkat et, başına bir şey gelirse devlet yok’ söylemini günlerce duyacağımı bilmeden yola devam ediyorum. Nurdağı’na yaklaştıkça trafik tamamen kapalı, gitmeden de aldığımız bilgi o yöndeydi. Kayalar yolu kapatmış, üst geçitler çökmüş Nurdağı’na ulaşmak neredeyse imkansız. Köy yoluna giriyoruz, insanlar ulaşımı oradan sağlamaya çalışıyor, ambulans bile o yolu kullanıyor. İslahiye’ye vardığımızda daha girişinde yollar çökmüş, ilçe merkezinin girişinde birkaç çadır sonrası hiçlik gibi. Kentin bir yerinden diğerine geçemiyoruz, dönüp diğer taraftan gidiyoruz, yol boyu yıkılmış binalar…
Sabah Antep’ten yola çıktığımızda ancak öğleden sonra İslahiye’ye varıyoruz. Algılamaya çalışıyorum olmuyor, kabus mu, gerçek mi? Hollywood’un afet filmlerdeki gibi her şey, distopya gibi, anlatılsa inanılamaz. Annem hep ‘Dîtin u gotin na bi wekhev’ derdi biz küçükken. Görmek ve söylemek aynı şey olamaz… Sürekli ‘Korkunç korkunç’ diyerek yürüdük sokaklarda kelimeler durumu anlatmaya yetersiz kalıyordu. Bütün kentin üstünde bir perde var gibi, öfke, acı, çaresizlik dolu… Enkazların yanında birikmiş insanlar ‘mesaj geldi, sağmış ama ekipman yok, çalışma yok’ diyenler, üstünü buldukları çaputlarla örttükleri yarısı görünen cenazeler, çekmeyen telefon, soğuk, susuzluk ve açlık… Bir yurttaş ‘24 saatten fazla süredir boğazımdan lokma geçmedi’ diyor… ‘Çocuklar açtı, mecbur marketten aldık’ diyenler… Kent neredeyse kalmamış. İnsanların yanına gidiyoruz, dertleşmeye, dayanışmaya… Çoğu kendi imkanlarıyla çıkarıyor cenazeyi. Biraz daha ilerliyoruz, yerde nemli ve kirli battaniyelere sarılmış yere serilmiş 6 cenaze 3’ü çocuk… Bir kadın başlarında için için ağlıyor belli ki mülteci. Cenazeleri kaldıracak ambulans yok! Yere serili 6 cenaze… Boğazımda bir düğüm, göğsümde bir yumru… Biraz ileride bir enkaz daha… Artık yaşayan yok diye kepçeyle arama yapılıyor. Karşıdan hınçla bir kadın ve bir erkek geliyor, gözlerinde öfke, üstleri başları perişan ‘siyasiler geldi dediler biz de çatmaya geldik’ dediler. Bizim HDP’li olduğumuzu anlayınca, ‘size sözümüz yok’ deyip geri döndüler enkaz başına.
Sonra heyetimizle beraber Altınüzüm köyüne gittik. Köyün ortasından fay hattı geçmiş, yollar yarılmış, yolda bir metreye yakın genişlikte bir çökme var, yıkıntılar her yerde, yerde elektrik direkleri, kablolar… Burada da su yok, elektrik yok, ısınmak için hiçbir şey yok. Enkazın yanında ateş yakmış etrafına toplanmış taziye kabul ediyor insanlar. Kendileri çıkarmış cenazeleri, uzun bir süre yarısı dışarıda cenazeye bakmış onlar da ‘Dayanamadık, üstünü örttük’ dediler. Savcı ‘Cenazeleri toplanma alanına getirin, sayı vereceğiz sonra gömersiniz’ demiş.
Çoğu ne yaşadığını anlayamıyor bile, donuk gözlerle bakıyorlar, bazıları gözyaşı dökebiliyor. Sonraki gün Nurdağı’na gitmek için yola çıktık, yol boyunca köylere gittik. Yol üstündeki her köy aynı şeyi söylüyor, yakınları Adana, Mersin, İstanbul, İzmir yani ülkenin her yerinden gelmiş. Hem arama çalışması yapmışlar hem de yiyecek, içecek, giyecek getirmiş. İnsanlar kendi imkanlarıyla gelmiş ama her olanağı olan devlet gelememiş. Köyün bir köşesinde cenaze yıkamak için bir alan yaratmışlar kendilerine. Gelen içme suyuyla yıkamışlar cenazeleri. Tam oradayken bir artçı daha geldi, ayakta konuşurken bir anda yere serecek şekilde. Yaşlı bir kadın bahçesine derme çatma çadır kurmuş ve ‘Çocuklarım hapiste, haber alamıyorum’ diye ağlıyor. Evi yıkılmış, kış ortasında sokakta kalmış, yüreğinde çocuklarının kaygısıyla.
Başka bir köye gidiyoruz. Cenaze defnediyorlar, mezarlıkta mezar taşları bile yıkılmış, mezarlar yıkılmış. İçin için ağlayarak ‘Kimse gelmedi, biz çıkardık cenazelerimizi’ diyerek gömüyorlardı sevdiklerini. Nurdağı’na doğru devam ettik, 4. günün sonunda ilk defa trafik polisi gördüm. Kıyametin bir başka hali de oradaydı, çalışmalar yeni yeni başlamıştı. Çoğu insan artık umudunu kesmişti, cenazesine kavuşmayı bekliyordu. Bir an ‘Ses geldi’ deyince trafik duruyor, insanlar yürümeyi bile bırakıyordu. Tüm bu süreç içinde tek bir arama köpeği görmediğimi sonradan fark ettim. İlk andan itibaren her yerde gönüllülerin çabasını gördüm.
Nurdağı’nda bir enkaza gittiğimizde gözleri dolmuş bir AFAD gönüllüsü ‘Ben başka şehirden geldim, yakınım var enkaz altında ama burada arama kurtarma yok. Vahşi bir enkaz kaldırma var’ diyordu. Görüntüde devlet ortaya çıkmıştı ama kağıttan kaplanmıştı, içi boştu, çürümüştü.
Sonraki gün Antep merkezdeydik, orada da görüntüler farklı değildi. Hastaneleri ziyaret ettiğimizde hastaların üzerinde battaniye vardı, ameliyattan çıkan hasta yürümesi gerekirken ısınma sorunu çözülmediği için battaniyenin altında ısınmaya çalışıyordu. Ziyaret ettiğimiz bir kadın 9 yaşında çocuğuyla beraber çıkmış enkazdan ‘Kucağımda çıkardım, ama haber alamıyorum’ diyordu kupkuru gözlerle… ‘Aradık, sorduk maalesef cenazesine ulaştık’ diye belirttiğinde buz gibi bir sesle konuştu, kanım dondu. Sonraki gün yine İslahiye’ye gidecektik, artık insanlar ‘Cenazelerimizi çıkarın’ mesajları atıyordu. İslahiye’de 5. günde hala derme çatma evlerin önünde yaşamaya çalışan insanlar vardı, hala su yok, elektrik yok, buz gibi havada ısınma olanağı yoktu. Göstermelik çadırlar ve birinin dediği gibi ‘Helikopterle adrese teslim bazı çadırlar’ vardı.
Batman’da olduğum 2 gün boyunca kente yerleşen, hastanede yatanları ziyaret ettim. Ama en çarpıcısı Adıyaman’dan gelen kadının şu sözleriydi; ‘Enkaz altında kaldım, AFAD’dan gelip baktılar ‘bunu çıkarmak zor’ deyip çekip gittiler. Ailem, yakınlarım jeneratör buldu, vinç buldu, hilti buldu ve beni çıkardılar. Onlar olmazsa ben de ölmüştüm’
Sonraki gün Elbistan’a doğru yola çıktım, artık partimiz, sivil toplum ve gönüllülerin oluşturduğu kriz koordinasyonu bütün ihtiyaçları gideriyordu. Elbistan’da ilk depremde sadece 4-5 bina yıkılmış, ikinci depremde ise neredeyse şehir ortadan kalkmıştı. Çarşı merkezi yok olmuş, ilk anda buraya da gönüllüler ulaşmış, başta çalışmalara izin verilmemiş ısrar olunca çalışmışlar. Canlı çıkarmışlar ama daha çok cenaze çıkmış, hatta bazısı yanlış müdahale nedeniyle vücut bütünlüğü bozulmuş cenaze… Gelip çalışmalara katılan bir şirket görevlisiyle konuştuk, başta konuşmaz diye düşündük ama anlattı uzun uzun; ‘Devlet var ama koordinasyon yok’ diyordu. Binaların üstündeki yazıları sordum. Yakını olan gelip ‘Bu binada yakınım var’ demiş orda çalışma yapmışlar ama hiçbir bilgi almadıkları binaların üstüne ‘Bilinmiyor’ yazılmış. Kısacası hiçbir çalışma yapılmamış. Yakınını arayan aileler bize geldi, ‘AFAD’ı aradık, onlardan onay alınca çalışma yaptık. Araçlar var ama ‘şuraya gidin, buraya gidin’, diyen yok koordinasyon yok’ diyordu. ‘Belediye başkanı ortada yok, kaçtı’ diyordu halk. Ona sordum, ‘Gördünüz mü bir yetkili?’ diye ‘4. gün Belediye Başkanı geldi, sokağın başında fotoğraf çekti gitti, başka da kimseyi görmedik’ diyordu. 4 gün kaldım Elbistan’da. Çadır kent kurulmuş, ama izolasyonu yok. Çadırda soba çare mi? Gündüz hava sıcaklığı -9 gece -17 derece soğukta! Şehir hayalet kent gibi, su yok, doğalgaz yok! Çevrede kalan az sayıda binaların etrafında kalan insanlarla sohbet ediyoruz. Biri ‘Bina yandı içindekilerle beraber kimse yoktu söndürecek, biz çaba sarf ettik ama başaramadık’ diyordu. Bir vatandaş soruyordu ‘Nerede bu devlet?’ diye. Elbistan sokaklarında bir enkazın hemen yanında derme çatma çadırın önünde yaktıkları ateşte ısınmaya çalışan iki kadın ve çocukların yanına gittik.
Konuştuğumuzda mülteci olduklarını anladık, ihtiyaçlarını sordum tedirgin bakışlarını kaçırdılar, dilimizi tam anlamıyorlardı. Sonra 14-15 yaşında bir çocuk geldi, ona sorduk çat pat anlaştık. Ardından bir yetişkin geldi. Bir başkası enkazda eşyalarını arıyordu. Her yaştan 15-20 çocuk var… Çocukların çoğu soğukta montsuz ve ayakkabısız. ‘Fotoğraf almayın’ dediler, uyarmış birileri röportaj vermeyin diye.
Dayanışma için kurulan yerlere insanlar geliyor, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Günlerdir yemeden içmeden çabalayan gönüllüler ise dayanışmanın nasıl yaralarını sardığına en büyük örnek.
Adıyaman’a geçiyoruz, kadınlar İstanbul’dan Mor TIR organize etmişler. Kadınların özgün ihtiyaçları büyük bir emekle yola çıkıp gelecek. Adıyaman’da da tablo çok farklı değil. Herkes çok öfkeli. Adıyaman Valisi ilk gün ‘Sadece 3-4 bina yıkıldı’ demiş. Ama burada tablo o kadar ağır ki… Arama kurtarma çalışmasına gelmeyen devlet rant söz konusu olunca hemen enkaz kaldırmaya başlamış. Şehrin genelinde hala su belirli saatlerde veriliyor, ısınma en büyük problem. Bazı çadır kentler kurulsa da insanlar toplama kampına benzer bu yerlerde kalmak istemiyor. Cemevinde kurulan koordinasyonumuzla sağlıkçılardan eğitimcilere, gençlikten kadına her alanda çadır kentte yeni bir inşa söz konusu. Gelen Mor TIR, içindeki kadınların özgün ihtiyaçlarını kadınlarla beraber mahallelerde dağıtımını yaptık, bir nebze de olsa hep beraber yaralarını sarıyoruz.
Bu süreçte anladığım en önemli şey, insan ve diğer canlıları önemsemeyen bu çürümüş düzeni değiştirmemizin gerekliliğiydi. Toplumun özgücüyle yeniyi inşa etmek lazım. Yaşamını yitirenleri geri getiremeyiz ama onlara borcumuzu bu sistemi değiştirerek belki ödeyebiliriz.
*HDP Kadın Meclisi Sözcüsü