Evinden olan insanların bir daha eski yurtlarına geri dönemeyecek olmaları bu sonuç silsilesinin en temel yapı taşlarından bir tanesidir. Bu geri dönememe durumu; ister istemez kültürel bir yok olmayı da beraberinde getirecektir. Nasıl mı?
Roşan Özbingöl*
Depremin etkileri daha geçmeden seçime evrilen ana gündemimizin ardında hala unutmamamız gereken şey; henüz kırkı yeni çıkan, acıları daha sarılamayan, geride kalanlara insani koşullarının bile sağlanamadığı depremdir. Şu sıralar diğer tüm gündemler bir kenara alınıp deprem anılınca dahi depremin sonuçlarından ziyade yaşanan acı hatırlatılmaktadır. Acının mücadeleye dönüşmesi şüphesiz politiktir ve doğru olandır. Ancak sadece acı üzerinden değerlendirme yapmak ve depremin sonuçlarını konuşmayı ertelemek insanların yurtları, evleri üzerinde dünyada süregelen alışılmış popülist yaklaşımın aradığı fırsatı elde etmesidir.
Evinden olan insanların bir daha eski yurtlarına geri dönemeyecek olmaları bu sonuç silsilesinin en temel yapı taşlarından bir tanesidir. Bu geri dönememe durumu; ister istemez kültürel bir yok olmayı da beraberinde getirecektir. Nasıl mı? Depremle birlikte evlerinden olan insanlar bir daha hiç eski komşularıyla beraber olmayacak, nesillerdir yaptıkları işlerinden olacaklardır, arkadaşlarıyla okudukları okullara bir daha gidemeyecek ve çevrelerini kaybedeceklerdir. Bunlar gibi nice örnek sayılabilir. Bu durum ise Kent Hakkı kuramını sorgulatacaktır.
Kent Hakkı; temelinde deprem özelinde kurgulanmamış kentteki yerel kesimi hedef alan ve neoliberal popülist kurgunun karşısında bir ayağa kalkış olarak tabir edilebilir olsa da depreme olan paralelliği göz ardı edilemez. Neoliberal ekonomiyle birlikte her şeyin kâr amacı haline gelmesi, devletlerin de kâr amacını güden bir piyasa aktörü olması gündelik bir mevzuya dönüşmüştür. Bu durumun yarattığı bir diğer öğe, özel sektörün hakimiyetinin egemen kılınmasıdır. Bu da David Harvey’in deyimiyle kentsel bölgenin kendisinin ticari bir metaya dönüşmesi sonucunu yaratacaktır. Çünkü şehrin varoluşu bile başlı başına bir kâr aracı ve bunu değerlendiremeyen yapı, büyük bir kâr kaleminden mahrum kalacaktır.
Bu kuramın günümüze en büyük yansıması Kentsel Dönüşüm ile tanımlanabilir. Kentsel dönüşümün temel argümanlarından birisi, “Bölgenin fiziksel ve demografik açıdan iyileştirilmesi”dir. Neoliberalizmin elindeki bu büyük kart burjuvazinin işine en çok yarayan ve bölgelerin temizlenmesinin yüceltilmesini sağlayan bir durum yaratır.
Türkiye’de kentsel dönüşüm olgusunun temellerinde Özal dönemi reformları yer alır. Toplu konut kanunun çıkarılması, Genel İdare dışında Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı’nın kurulması bu zemini oluşturmaktadır. “İstanbul Metropoliten Alan Nazım Planı”nın tanımlarında plan amacı olarak İstanbul’un uluslararası düzeydeki öneminin arttırılması geçer. Bu durum ise tüm şehir alanının bir arz çarkına dönüşmesini çok iyi anlatıyor.
Kentsel dönüşümün Türkiye’de karşımıza en sert çıktığı ortamlardan birisi Sulukule’dir. Sulukule İstanbul’un en tarihi lokasyonlarından birinde yer alan ve ağırlıklı olarak Roman yurttaşların yaşam alanı. Geçimlerinin büyük çoğunluğunu müzikten sağlayan bu toplumun en önemli gelir kaleminden koparılması ekonomik kısmı tartışmalı olsa da kültürel yıkımı su götürmez bir gerçektir. Yapılan bu kentsel dönüşümde ise bu kesimin yerleştirildiği yer Gaziosmanpaşa Sulukule’den 27, çalışma alanları olan Eminönü’nden ise 30 km uzaktadır. Bu değişiklikten etkilenen bir yurttaşın şu sözleri bize durumu anlatmaktadır;
“Eskiden düğünlerimizi yapardık. Sünnetlerimiz olurdu. Tüm mahalleli gelirdi. Şimdi yeni mahallede hep apartmanlar var. Bakkalımız, kahvemiz vardı. Cenazeleri yedi gün beklerdik. Eski geleneklerimiz yok oldu. Mahalle dayanışması kalmadı. Şimdi ara sıra kahvelerde birbirimizi görürsek görüyoruz.” [1]
Kent Hakkı kuramına tekrar dönecek olursak, bu kavram ilk olarak 68 hareketi döneminde Henri Lefebvre tarafından kullanılmıştır. David Harvey tarafından daha iyi bir formata dökülen Kent Hakkı şehrin ekonomik çıkarlar doğrultusunda değil kendi arzumuzla kolektif bir şekilde şekillendirilmesi üzerinedir. Halkın tek yapacağı kentinin yeni halini kabullenmek değil kendi taleplerini bu değişimin ana unsuru haline getirmek ve değişimden yararlanmanın ötesine geçirmektir. Tabi ki kent hakkının özel bir boyutu da ekolojik bir kısım. Uzun vadede karşımıza çıkacak olası ekolojik sorunların da uzun uzun tartışılması şarttır. Tarım arazilerinin imara rant alanları olarak çok katlı binalarla çıkarılması ve mevcut rant zincirine sokulması da sorgulanması gereken önemli bir diğer boyutu.
Bu süreç böyle ilerlerken daha iyi çözümler üretilemez miydi? Elbette üretilebilirdi? Örneğin deprem bölgesinde evinden, kentinden olan vatandaşlar daha yakın yerleşkeler mevcutken Aydın, İzmir ve Muğla gibi uzak şehirlere yerleştirilmeyebilirlerdi. Ancak bu yanlıştan dönmek ve daha büyük zararların ortaya çıkmasını engellemek için geç değil. Depremzede yurttaşların kent hakkını ileriye dönük şekilde koruyacak tedbirlerin daha fazla aksatılmadan ve yurttaşlar kendi şehirlerinden daha fazla uzaklaşmadan yapılması gerekmektedir. Hem de hemen şimdi.
Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şubesi üyesi