1992 topyekün imha konseptinin koordinasyonu konumunda olan dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, “Dicle kenarında kaybolan keçinin hesabını gelin benden sorun” demişti ama ardında on yedi binden fazla faili meçhul cinayet, dört binden fazla yakılıp-yıkılmış köy bırakmıştı. O’nun yardımcısı konumunda olan dönemin Başbakanı Çiller de her fırsatta “bu ülkenin bir tek çakıl taşını dahi vermeyiz” diyordu. Ama ülkeyi IMF’ye teslim etti ve IMF doğrudan kendi teknokratı olan Kemal Derviş’i atadı. Kemal Derviş, IMF’nin talimatıyla TBMM’nin çıkardığı ve tarihe “Derviş yasaları” olarak geçen hak gasplarının mimarı oldu. Yani “bir tek çakıl taşı vermeyiz” diyenler, tüm ülkeyle birlikte emekçilerin kazanımlarını elinden almak için IMF’ye teslim etmişti.
Faturayı da sofrada küçülen ekmeğiyle, azalan zeytiniyle emekçiler ödemişti. Elbette fatura bunlarla da sınırlı olmamıştı. Ardı sıra emekçinin en temel sorunu olan iş güvencesi bozulmuştu. Emeğiyle var olma mücadelesinde olan herkesin bir gün sonrası için iş güvencesi bile kalmamıştı. Devletin yüz yıllık inkar ve imha politikası bir vantuz gibi önüne kattığı her şeyi yutmuştu. İşsizlik çığ gibi büyümüş ve daha da büyümeye devam ediyor/edecek de.
AKP-MHP iktidarında ise iş güvencesine paralel olarak yaşam güvenliği bile kalmadı. İşsizlikle orantılı olarak açlık da çığ gibi büyümeye başladı. AKP ve Erdoğan ilk başlarda devleti ele geçirebilmek için önceleri yandaş oluşturma amacıyla devlet imkanlarını kendi çevresine peşkeş çekti. Devlet imkanları tükenmeye yüz tutunca da sadece kendi ailesine ve yakın çevresine kazandırmaya başladı. Devletin bütün imkanları artık Erdoğan ailesinin denetimine girdi. Türkiye toplumuna ve emekçilerine ise gerçekten “çakıl taşı” kaldı. Hiçbir şey üretmeyen, üst üste koysan bile yerinde durmayan verimsiz, bereketsiz şekilsiz bir “çakıl taşı”.
Ne hikmetse Çubuk’ta bir tokatla Kılıçdaroğlu da “çakıl taşı”nı hatırladı. Sözde sosyal demokrat geçinen CHP’nin lideri konumunda olan Kılıçdaroğlu’nun da, Çubuk saldırısında yediği tokatla ilk hatırladığı şey “çakıl taşı” oldu. Çiller’in “kurşun atan da yiyen de şereflidir” dediği gibi tokat atanı da tokatı yiyeni de “bir tek çakıl taşı dahi vermeyiz” diyerek “şereflendirdi” Kılıçdaroğlu. Her fırsatta “ben işçinin, emekçinin, köylünün, daha tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirtmem arkadaş” diyen Kılıçdaroğlu, bir tokatla işçinin, emekçinin, yoksul köylünün çocuklarını “içimiz acısa da evet diyeceğiz” diyerek ne için olduğu bile bilinmeyen savaş cephesine gönderdi. Dolaysıyla CHP de bir devlet partisi olarak, Türkiye emekçisinin, yoksul köylüsünün, “tüyü bitmemiş yetimlerin” yoksulluğundan, açlığından, sefaletinden sorumlu olduğunu itiraf eder oldu.
Aslında işin gerçek sahibi olan üretenler ve emekçiler “çakıl taşı” edebiyatıyla işsizlik ve açlığa ikna edilmeye başlandı. “Çakıl taşı” edebiyatıyla şovenizm ayağa kaldırılıp işçinin emekçinin öz güç bilinci dumura uğratıldı. “Temel özgürlüklerini kaybedenler her şeylerini kaybeder” özdeyişi tam da Türkiye toplumsallığında açığa çıktı. Öncelikle Türkiye toplumsallığının ana omurgasını oluşturan çalışanların, işçilerin, emekçilerin, yoksul köylünün ve yüzyılımızın temel devindirici gücü olan kadınların yaşama özgürlüğü, düşünme özgürlüğü, emek özgürlüğü gibi temel değerleri yok oldu.
Böylece Türkiye toplumsallığı da Kürt toplumsallığı kadar demokrasiye muhtaç hale geldi. Kürt toplumsallığı hali hazırda bir direniş konumunda olduğu için demokrasiye daha duyarlı bir noktadır. Türk toplumsallığı ise demokrasi bilincinin çok çok uzağındadır. Dahası Türk toplumsallığında oluşmuş bir ruh birliğinden bile bahsedilemez. Laz’ı, Çerkes’i, Gürcü’sü, Boşnak’ı, Arap’ı, Ermeni’si, Türkmen’i, Türk’ü ve dahası bir arada yaşamanın demokratik ölçülerini oluşturabilmiş değildirler. Dolayısıyla Türkiye toplumsallığının çok daha kapsamlı bir demokratik ulus olmaya ihtiyacı vardır.
Bu bağlamda Kürt toplumsallığının yarattığı demokratik ulus kavramsallığının hızla Türkiye toplumsallığıyla buluşmaya ihtiyacı vardır. Soykırım cenderesinde olan Kürt toplumsallığı, demokratik ulus bilinciyle soykırıma direnmekte, kırk yıllık mücadele deney ve birikimiyle bir model oluşturmayı başarmış konumdadır. Bilinç toplumsallaştığı için hiçbir soykırım rejimi, Kürt emekçisinin, yoksulunun, köylüsünün özgürlük düşlerini yok etmeyi başaramamış, başaramayacaktır da. Kırk yılı aşkın mücadele geleneği içinde “çözeceğim” iddiasıyla gelen iktidarlar çözülüp gitmişlerdir. Kürt toplumsallığı karşısında hep “Çözmeyen çözülür” diyalektiği işlemiştir.
Son AKP-Erdoğan rejimi de bu diyalektikten kurtulamayacaktır. Nitekim son kamuoyu araştırmaları da hem AKP için hem de Erdoğan için aynı diyalektiği işler olmuştur. Bu bağlamda Türkiye emekçilerinin, daha genel anlamda Türkiye toplumsallığının hızla Kürt toplumsallığıyla ve onun yarattığı demokratik ulus olma coşkusuyla buluşmaya ihtiyaç vardır. Onun içindir ki işçiler, emekçiler; iş alanlarını, emek arkadaşlıklarını, yaşam alanlarını kendi öz güçleriyle oluşturmaya ve korumaya; 2020 yılını faşizmin yenildiği, demokratik ulusun inşa edildiği bir Türkiyelileşme sorumluluğuyla karşı karşıyadır.