Türkiye cumhuriyeti ikinci yüzyılına girecek. Osmanlı hanedanlığının son bulmasıyla soy iktidarına dayanmayan cumhuriyet kuruldu. Zaten 1920’de Ankara’da meclis oluşup içinden hükümet çıkarılınca hanedanlığın etkisi kalmamıştı. Padişahlık kalkıp da Atatürk cumhurbaşkanı olunca cumhuriyet de kurulmuş oldu. 1924 anayasası ile de bu otoriter bir cumhuriyet olarak şekillendi. Bu cumhuriyet aynı zamanda tüm farklı kimlikleri yok sayan ve çok yönlü asimilasyonla kültürel soykırıma dayalı olarak tek etnik kimliği esas alan bir ulus devlet yaratmayı hedefledi. Böyle olunca da demokrasi karşıtı ve demokrasiye kapalı bir cumhuriyet olarak kaldı.
Bu cumhuriyet demokrasi karşıtı oldu. Çünkü demokratikleştiği taktirde farklı kimlikleri ve inançları asimilasyona uğratamazdı. Özellikle Kürtlerin kültürel soykırımla Türkleştirilmesi hedeflenmiştir. Cumhuriyetin neredeyse tek ve öncelikli amacı bu oldu. Tüm diğer hedefler bu amaca bağlı olarak ele alındı. Bu açıdan siyasal, toplumsal, kültürel tüm alanlar demokratik düşünceye ve yapılanmaya kapalı oldu; otoriter kalmakta ısrar etti. Bu gerçeği görmek gerekir. Yoksa doğru bir demokrasi anlayışı geliştirilemez.
HDP’nin düzenlediği Demokratik Cumhuriyet Konferansı esas olarak da bu gerçeğin açığa çıkması ve doğru bir demokratikleşmenin nasıl olması gerektiği konusunda önemli bir çalışma olmuştur. Türkiye’de cumhuriyetinin farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği ve tek bir etnisiteye dayanmayan demokratik ulus anlayışıyla demokratikleşebileceği anlayışı ortaya konuldu. Türkiye’de demokratik cumhuriyet ancak farklı etnik ve inanç kimliklerin de asli kurucu olduğu bir demokratikleşme ile mümkündür. Bu açıdan demokratik cumhuriyetin demokratik ulus anlayışıyla yan yana ifade edilmesi önemlidir. Cumhuriyetin demokratikleşmesinde bu esas olmakla birlikte gerçek bir demokratikleşmenin yerel demokrasiyle tamamlanması da gerekir. Merkezi yönetimin olduğu yerde gerçek demokrasi gerçekleşmez. Zaten otoriterleşme merkezileşme ile özdeştir. Türkiye’de tek adam yönetimiyle, yetkilerin merkezileşmesiyle nasıl bir otoriterleşme gerçekleştiğini çok açık biçimde gördük.
100 yıllık cumhuriyet Kürtler, Aleviler yararlanır diye nasıl demokratikleşmeye kapalı olduysa; merkeziyetçi yönetimin bırakılıp yerellerin özyönetimlerinin gelişmesine de bu nedenle karşı olmuştur. Herhalde Türkiye’de farklı etnik ve inanç toplulukların asimile edilerek kültürel soykırıma uğratılması amaçlanmasaydı yerel yönetime bu kadar karşı olunmazdı. Farklı etnik ve inanç topluluklarını asimile etmekten vazgeçmeden de demokratikleşme olmayacağına göre bunun doğal sonucu olarak yerel demokrasiye dayanmadan da gerçek demokratikleşme gerçekleşemez. Nitekim 1946 yılından beri çok partili yaşama geçildiği ve demokrasinin bazı biçimsel kurumları oluşturulduğu halde Türkiye demokratikleşmemiştir. Sonunda çok katı bir faşist diktatörlükle karşılaşılmıştır.
2. Dünya Savaşı’ndan çıkarken en büyük derslerden biri sadece 4 yılda bir genel ve eşit oya dayalı seçimlerle oluşturulan parlamentolarla demokrasinin gerçekleşemeyeceğinin anlaşılmasıdır. Bu sistemle demokrasinin geliştiği söylenen Avrupa da faşist iktidarlar önlenememiştir. Hatta faşistler bu biçimsel kurumlara dayanarak diktatörlüklerini oluşturmuşlardır. Bu nedenle burjuva iktidarların hakim olduğu Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası sivil toplum kuruluşlarının gelişerek siyasete sürekli baskıda bulunduğu yeni bir siyasal anlayış ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte yerellerin özyönetimine de önem verilmiştir. Böylece 4 yılda bir seçimlere dayalı oluşan parlamentoya dayalı demokrasi anlayışı yerine halkın sürekli istemlerini ve önerilerini sunan bir demokrasi anlayışına geçilmiştir. Bunlar da yeterli görülmeyerek halkın ve toplumsal kesimlerin de sürekli siyaset içinde olacağı katılımcı demokrasi anlayışı gündeme girmiştir. Bugün artık demokrasi denilince halkın örgütlü toplumla sürekli siyaset içinde olduğu katılımcılık akla gelmektedir.
HDP’nin Demokratik Cumhuriyet Konferansı bunları bir daha açık dile getirerek bugün çokça tartışılan demokratikleşmenin nasıl bir içerikte olması gerektiğini ortaya koymuştur.
Yakında yapılacak seçimden sonra demokrasi ve demokratik cumhuriyet tartışmaları çok fazla yapılacaktır. Bu açıdan bu konferans seçim sonrasına bir hazırlık olmuştur. Çünkü şu anda Türkiye’de demokratikleşme tartışmalarının yapılmasını sağlayan HDP’nin de içinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı’dır. Eğer bu ittifak içinde yer alan özgürlük ve demokrasi güçlerinin direnişi ve mücadelesi olmasaydı şu anda hiç kimse demokrasiden söz edemez; koyu bir faşist diktatörlük altında kalınırdı. Eğer AKP-MHP faşizmine karşı esas olarak bu güçler mücadele ettiyse o zaman Türkiye’nin demokratikleşmesinin doğrultusunu da bu ittifak ve diğer demokrasi güçleri belirleyebilmelidir. Zaten AKP-MHP faşist iktidarının düşürülmesi bu güçlere ait olacaktır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu ittifaka seçimden sonra daha fazla iş düşecektir.
Kuşkusuz şu anda birinci hedef AKP-MHP iktidarının düşürülmesi olacaktır. Bu aşamada esas odaklanma bu olmalıdır. Bu odaklanmayı zayıflatan her yaklaşım yanlış olur. Çünkü bu iktidar düşürülmeden diğer hedeflerin bir anlamı kalmaz. Tabi ki bu iktidar da Türkiye’yi demokratikleştirmek için düşürülecektir. Bu iktidar düşürülmeden Türkiye’deki tüm etnik inanç ve toplumsal kesimlerin istemlerini karşılayacak demokratikleşme sürecine girilemez.
Bu iktidar seçimle düşürüldüğünde esas rol Millet İttifakı’na değil, Emek ve Özgürlük İttifakı’na düşecektir. Çünkü Türkiye’nin ihtiyacı restorasyon değil, köklü demokratikleşmedir. Emek ve demokrasi güçleri örgütlü yapılarıyla etkili bir duruş ve mücadele içinde olurlarsa o zaman demokratik cumhuriyet gündeme gelecektir. Millet İttifakı’nı da demokratik cumhuriyet doğrultusunda hareket etmeye zorlayacaktır.
Bu açıdan Emek ve Özgürlük İttifakı AKP-MHP faşist iktidarını esas zayıflatan güçse, tam hakim olmasını engellediyse, o zaman bu iktidarı düşürme ve demokratik cumhuriyeti gerçekleştirme onuru da bu güçlere ait olmalıdır.