Ahmet Davutoğlu partisini kurdu. Ali Babacan da kuruluş için yola çıktı. Bir dönem Türk -ve hatta Kürt- sağının tamamını şemsiyesi altına alan AKP şimdi bileşenlerine ayrışıyor. Dahası, Erdoğan ve AKP artık Türk siyasi geleneğinde 1950’den bu yana iktidarın alameti farikası sayıla gelen aktif ABD desteğinden de yoksun. Erdoğan’ın ABD’deki tek dayanağı Trump azil sürecinde. Derdi başından aşkın Başkan’ın Kongre karşısında Erdoğan’a kol kanat germekle uğraşması beklenemez. Erdoğan Türk sağının iktidar denkleminin bölgesel demirbaşları İsrail ve Suudi Arabistan ile de kavgalı. 31 Mart yerel seçimlerinde alınan ağır darbe de göz önünde tutulursa, Türkiye’nin siyasal güç tablosunda Erdoğan ve AKP’nin gerilediği, rakiplerinin çoğaldığı ve ilerlediği apaçık. O yüzden Erdoğan iktidarının ilk ciddi meydan okumada yıkılacağı öngörüleri hiç de yersiz sayılamaz
Ancak, yukarıdan ve yüzeyden bakıldığında akla yatkın gözüken bu öngörülerin iki temel zaafı var: Birincisi, bu güne kadar diktatörlüğü “erken seçim” dışında herhangi “ciddi meydan okuma”ya davet etmiş olmamaları. İkincisi, bugün ile Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığından inişi arasında geçecek sürede her şeyin “normal” cereyan edeceği bir yürüyüş hattını varsayıyor olmaları. Paradoks şu ki, Erdoğan ve AKP’nin bugün sahip olduğu devlet gücünü “seçimler”le değil 15 Temmuz darbesiyle ele geçirdiğini en iyi bilenler bizzat bu öngörülerin sahipleri.
“Seçimler” 7 Haziran 2015’e kadar Erdoğan için kendisini mutlak iktidara taşıyacak darbenin servis yollarıydı. Çok önceden “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz” demişti. Ancak, “tramvay” onun beklediğinden hızlı yol aldı. HDP’nin doğuşu, siyasal İslam’ın mutlak iktidarının önüne dikilmesi, Kürtlerin özgürlüklerini “İslam kardeşliği”yle değiş tokuşa razı olmayacaklarının anlaşılması ve nihayet Gülencilerin “ikili iktidar” hamleleri derken darbenin önü açıldı. 15 Temmuz “darbe teşebbüsü”nün içinden “mağdur” Erdoğan’ın Başkanlık darbesi çıktı.
Bu öngörülerin en bağışlanmaz kusurlarının başında iktidar mücadelesinin arka planında bu kaba gerçeklik yokmuşçasına halk arasında Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına “olağan” yollardan son verilebileceği yanılgısını durmaksızın yeniden üretmeleri geliyor. “Olağan” siyasal zeminleri değerlendirmek, tıpkı HDP’nin son altı yılda büyük bir başarıyla yaptığı şekilde toplumsal ve demokratik kurtuluş peşinde koşan siyasi güçlerin varlık şartı, bu bir gerçek. Ancak, Erdoğan rejimine son vermek bir “olağan” siyasi görev değil. Bir olağanüstü rejime son vermek, çok daha fazlasını, halkın kendisinin siyaset için seferber edilmesini, bütün toplumun “özgürlük” talebiyle siyasete dahil olmasını, bütün yaşam alanlarının siyasallaştırılmasını talep ediyor.
Yeni “oluşumlar”ın AKP’den “yüzde şu kadar” oy tırtıklamaları, amenna, yeni bir siyasal güç dengesi tesis etse de, bu hal yeni “oluşumlar”ın kendi başına bir “demokratik mevzilenme” ortaya çıkardıklarını göstermeye yetmiyor. Sadece zamanında HDP’ye ve toplumsal muhalefete yönelik zulmün icrasında önde gelen roller üstlendikleri için değil, olağanüstü rejimden her şey “olağan”mış gibi siyaset güderek çıkılabileceği iddiaları dolayısıyla da bu oluşumların “demokratik” kapasitesinin sorgulanması gerekir.
Bu oluşumların kaçınılmaz bir biçimde saray rejimini “meşru” addederek yürütecekleri siyaset kurgusu Erdoğan’ı iktidara taşıyan suç ortaklığını da ister istemez tartışılmaz kılacak, Saray’la muhtemel bir “milli koalisyon” kapısını açık tutmaksızın edemeyecektir.
“Demokratik siyaset”, dün olduğu gibi bugün de “üçüncü kutbu” statükoyu tahkime değil, kendi özgün konum ve taleplerini demokrasinin standardı kılacak şekilde dinamik bir toplumsal hareket halinde statükonun karşısına koymaya çağırıyor.