Demokratik Cumhuriyet kavramını ne DEP ne de çok sonra HDP ve şimdi de Yeşil Sol Parti icat etti. Bu kavram büyük paradigma değişikliği ile birlikte Abdullah Öcalan tarafından dile getirildi, içeriği formüle edildi ve milyonlarca Kürt ve diğer milletlerden halklar tarafından hem anlaşıldı, hem de benimsendi. Yani şu ya da bu terimi ekleyerek vuzuha kavuşturulmaya, bana sorarsanız ihtiyacı olmayan bir kavramdır bu.
Mesela Demokratik Cumhuriyet kavramına “Sosyalist demokratik cumhuriyet” desek bir hayli ileri bir kavram elde ederiz, ama bu “sosyalist demokratik cumhuriyete” nasıl gideceğimiz belirsiz kalır. Uzak bir hedefi gösterip ona giden yolu göstermediğimiz zaman “yol haritamız” da yok demektir.
Bunun yerine kavramı “yumuşatmak” da mümkündür. Mesela “Sosyal demokratik cumhuriyet” diyebiliriz. Ama bu da kulağımıza bir hayli “reformist” çağrışımlar yapar. Dünyada “sosyal demokratlık” çoktan anti-sosyal karakter kazanmıştır çünkü.
Bu durumda kelimelere takla attırmak da düşünülebilir elbette. “Sosyal demokratik cumhuriyet” demek yerine ufak bir sıralama değişikliği yapabiliriz: “Demokratik sosyal cumhuriyet” bazılarının kulaklarını tırmalamasa da bana “ha Ali Veli, ha Veli Ali” demişiz izlenimi verir.
Benim anlayışıma göre, “sosyalist demokratik cumhuriyet” paradigmasal “Demokratik cumhuriyet”e göre bugünün somut tarihsel şartlarında “maksimalist” bir kavram olur. “Sosyal demokratik cumhuriyet” ya da onunla eş anlamlı “demokratik sosyal cumhuriyet” ise Demokratik Cumhuriyet hedefine “sosyal reformlarla yürümeyi” çağrıştırır.
Oysa Türkiye’de reform yolu kapalıdır. Türkiye geçici olmayan bir diktatörlükle yönetiliyor. Demokratik Cumhuriyet hedefine ne “sosyal reformlarla” yürünebilir, ne de Demokratik Cumhuriyet’e varmadan, bir sıçrayışta Sosyalist Demokratik Cumhuriyet’e varılabilir. Bu iki yol yerine, Demokratik Cumhuriyet’e “Konfederalist devrimci süreç”le varılacağı söylenmiştir. Ben de bu söylenene katılmaktayım.
Bilerek “konfederalist devrim” demedim. “Konfederalist devrimci süreçten” söz ettim. Çünkü dünya devrim tarihi işlerin devrimden sonra halledileceği inancını büyük ölçüde tekzip etmiştir. Yeşil Sol Parti ne sosyal demokratlar gibi, “demokratik cumhuriyeti” kurduktan sonra halkı özgür, mutlu ve müreffeh kılacak olan “reform” vaadinde bulunmalı, ne de bir zamanların devrimcileri olan biz komünistler gibi “proletarya diktatörlüğünü” kurduktan sonra “laiklik de, cinsiyet özgürlüğü de, halkların birliği de, sosyalist gerçek demokrasi de o zaman gelecek” diye halka söz vermeliyiz. Ne “önce sosyal demokrat iktidar sonra reform” demeliyiz, ne de önce devrimci iktidar, sonra devrimci dönüşümler” demeliyiz. Yani “iktidarcı parti” olmak yerine, halkın egemenliğinin uzun soluklu konfederal devrimci kesintisiz bir mücadele süreci içinde, dinci hegemonyayı, erkek egemenliğini, milli düşmanlıkları ve devletin diktatörlüğünü işçilerin grevleriyle, ezilen halkların serhıldanlarıyla, kadınların “jin jiyan azadî” isyanlarıyla, ekolojik felakete ve nükleer felakete karşı olan “yeşillerin” ve “barışçıların” sivil itaatsizlik eylemleriyle, seçmenlerin merkezi ve yerel iktidarların bağrında “kurtarılmış bölgeler” yaratan oylarıyla, dağlarda ve ovalarda adım adım yıpratarak, her alanda hegemonyayı zaptederek gerçekleşeceğini söylemeliyiz. Bir başka ifadeyle komünal eşitlikçi, demokratik sosyalizmin önündeki engelleri, yani dinci, erkekçi, milliyetçi ve devletçi hegemonyayı, “dünyayı sarsan on günlük” bir devrimle ve o devrimin “iktidarı” ile “aşmak” yerine bu engelleri aşa aşa, tıpkı Kürt özgürlük hareketinin öncülüğünde kırk yıldan beri halkların yaptığı gibi, çetin bir mücadele sürecinde “demokratik cumhuriyete” ulaşmalıyız.
Bu saydığım engeller devrim öncesinde aşılmadıkça, halkı sömürüden kurtaracak hiçbir “sosyal” dönüşüm, değişim ya mümkün değildir, ya da o sosyal dönüşümü, yani kapitalist mülkiyetin ilgası ve sosyalizmin inşasını korumak mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçi halk “iktidar” öncesinde her alanda örgütsel, ideolojik hegemonyayı şu ya da bu ölçüde müstakar, yani kalıcı bir şekilde kazanmadıkça hiçbir “devrimci iktidar” varlığını koruyamaz. Reel sosyalizm deneyinden çıkan en önemli sonuç budur diye düşünmekteyim.
İyi de “sömürü” ne olacak? İşte bir tek o, yani sömürü halkın devlet iktidarına son verip, egemenliği, yani iktidarı almasından sonra, kapitalist mülkiyetin ilgasıyla yok edilecek. Kapitalizmin yok edilmesinden önce her alanda ileri adımlar atılabilir, ama sömürüyü kapıdan kovsan bacadan girer. Sömürüye karşı savaşılır, ama ancak politik ve ideolojik hegemonya devrimle taçlandığında yok edilebilir. Bunu yok eden halk egemenliği de, uzun konfederalist devrimci süreç boyunca sömürüyle, dincilikle, cinsiyetçilikle, ekolojik barbarlıkla, faşizmle mücadele içinde kendini yeniden “demokratik bir ulus” olarak inşa eden işçilere, kadınlara, farklı milletlere, dini ve mezhebi gruplara, onların aydınlarına dayanacağı için, cinsiyet özgürlükçü, ekolojik, komünal sosyalizmin zaferi mutlak bir şekilde garanti altına alınacak. Onlarca yıl süren bu hegemonya mücadelesinde çelikleşen halk kendi egemenliğini savunacaktır.
Kısaca Öcalan’ın formüle ettiği Demokratik Cumhuriyet kavramını bir takım “eklerle” “açıklığa kavuşturmaya” bana sorarsanız ihtiyaç yoktur. Çünkü Kürdistan halkı ve onun Türkiye’deki ve dünyadaki bütün dostları bu terimin içeriğini biliyor. Dikkatimizi Demokratik Cumhuriyet hedefine giden Konfederal devrimci sürece çevirmeli ve “yol haritamızı” soyut terimlerle değil de, “mücadele” kavramıyla çizmeliyiz.