Yönetmen Marjane Satrapi, ‘Persepolis’ filmiyle İran’da Şah öncesi ve sonrasını yaşadıklarından yola çıkarak anlatırken, döneme kişisel anlatı üzerinden ışık tutar. Satrapi, ‘Demokrasinin düşmanı tek bir kişi değil, patriarkal kültürdür’ diyor
Marjane Satrapi’nin İran’da Şah yönetiminin öncesi ve sonrasında yaşadıklarını anlattığı grafik romanından uyarladığı filmin adıdır “Persepolis.” Adını Pers İmparatorluğu’nun antik başkenti Persepolis’ten alan film, ahlaki otoriterizmin barındırdığı çarpıklığın da bir anlatısıdır aynı zamanda. Filmin açılısında sene 1970’ler, mekan İran ve kahramanımız dik başlı 10 yaşındaki Satrapi’dir. Ailesi Şah yönetiminden ve onun muhalefete karşı tahammülsüzlüğünden derin bir şekilde haz etmez, gittiği vakit İran halklarının özgürlüğü deneyimleyebileceğini umar. Ancak 1979 yılında baskıcı İran rejiminin kurulmasıyla ailenin umutları boşa çıkar. Çok geçmeden de Irak-İran savaşı patlak verir. Ülkede kurallar katılaşır, baskı yerleşikleşirken, biz yaşananları Satrapi’nin gözlerinden izleriz. Sonradan gittiği Viyana’da onun kimlik çatışmasına tanıklık eder, döndüğünde annesinin ağzından dökülen şu sözlere beraber şahitlik ederiz: “Şimdi sokaklara şehit adları veriliyor. Askerlerin ailelerine geride kalan birer sokak adı. Artık Tahran’da dolaşmak mezarlıkta yürümek gibi bir şey.” Cannes Film Festivali’nden “Jüri Ödülü” ile dönen “Persepolis”, 98 dakikaya sığmayacak kadar kapsamlı olmasına rağmen hikayeyi harika bir tarzla anlatır. Modern animasyonun aksine, kullandığı iki boyutlu görsel anlatıyla dışavurumculuk ve neorealizmden esintiler sunan filmin gücü sadeliğindedir. Dönemi bir kadının deneyimleri üzerinden anlatan film, bizlere 1960’lı yılların sonlarındaki kadın hareketinden bugüne gelen şu sloganı hatırlatır: “Kişisel olan politiktir.” Aşağıda okuyacağınız oyuncu Emma Watson’ın yönetmen Marjane Satrapi ile yaptığı röportajda, Satrapi, çocukluğunu geçirdigi İran ile bugünün arasinda kıyaslama yapıyor, gunümüzdeki kadin haklarını ve patriarkal düzeni degerlendiriyor.
“Persepolis” filminde, İran’daki kadınların devrim sonrası davranışlarını yöneten katı yasalara kıyasla 1970’li yıllarda deneyimlediği nispi özgürlüğü gösteriyorsunuz. Çocuk olduğunuz zamana göre kadınlar için yaşamın bugün daha kolay olduğunu düşünüyor musunuz?
Yasalara göre daha fazla özgürlüğe sahiptik, çünkü kadınlar, örneğin, boşanma talep edebiliyordu. Ancak kadın eğitimsiz olduğunda ve aslında ekonomik olarak özgür olmadığında istediğiniz kadar boşanma hakkına sahip olun, yine de büyük bir fark yaratmaz. Günün sonunda, üç çocuğunuz varsa, eğitiminiz yoksa, işinizi yoksa, ne yapabilirsiniz ki? …
Bugünkü durum şu; yasalar çok daha kadın karşıtı. Bununla birlikte aynı zamanda “erkeğin yarısı edersin, erkeğin yarısı edersin” sözlerini kadınlara tekrar tekrar söylemek, tüm bu kadınların gerçekten gidip, daha çok eğitim alabileceği anlamına geldi. O yüzden bugün İran’daki öğrencilerin üçte ikisi, yani yüzde 70’i kız. Ve böylece tüm alanlarda bir rol alıyorlar. Nihayetinde bu, bu kız ve kadınların evlendiğinde kendi babalarından, eşlerinden ve erkek kardeşlerinden daha eğitimli olacakları, onları kale almayacakları anlamına geliyor! Artık onlara “erkeğin yarısı edersin” diyemeyecekler, anladınız mı? O yüzden kadınlar geçim için çalışma olanağına sahip olursa gerçekten de boşanmayı gerçekleştirebilir.
Öncelikle kadınlar ekonomik bağımsızlığa sahip olmalı. Ancak ondan sonra kadının özgürlüğünü konuşabiliriz. Kadınlar eğitimliyse ekonomik olarak bağımsız olacaktır ve daha az saçmalığı kabul edecektir. Demokrasiye giden ilk adım bu. Demokrasinin düşmanı tek bir kişi değildir. Demokrasinin düşmanı patriarkal kültürdür. Aile babasının karar verdiği, son sözü söylediği ailelerde olduğu üzere bir diktatör de ulusun babasıdır. Daha çok eğitimli kadın olursa, o zaman daha eğitimli toplumlarımız olur. Bu (söylem), “feminist önyargı” içermez, hakikattir. Size şunu söylemem gerekir; ben çocukken annem her zaman şöyle derdi: “Ah, yüzüne asla güvenmemelisin, zekana güvenmelisin. Evlenip evlenmediğin umurumda değil. Okumanı ve ekonomik olarak bağımsız olmanı istiyorum.” Çocukken bana gerçekten demek istediğini şöyle sanardım: “Feci çirkinsin, asla başaramayacaksın. Tatlı olmayı bile denememelisin… Umutsuz bir vakasın ve ne olursa olsun kimse seninle evlenmeyecek, o yüzden en azından akıllı olmaya çabalayabilirsin!”
Ancak bugün düşünürsek, size bunu dediği zaman ile bağlamı dikkate alındığında bu mesajı veriyor oluşu harikulade. Annenizi bu kadar güçlendirenin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Soyundan geldiğiniz güçlü kadın çizgisi nereden geliyor? Bunun coğrafyayla çok ilgisi var. Biliyorsunuz, İran’ın kuzeyinden geliyorum. Burası pirinç ektiğimiz, kadınların yan yana çalıştığı, tüm gün didindiği bir bölge. Cinsiyetler arasında da bir ayrım yok. Annem bu bölgede büyüdü ve babası ile ailesi tarafından çok sevilirdi. Ancak şimdi etrafa bakıyorsunuz ve erkek ile kadının eşit olduğunu söylemeyen, kadını çocuk yapmak veya seks yapmak dışında kullanamayacağını söyleyen bir toplum görüyorsunuz. Kadınlar aslında kapasitesinin yarısını veya daha azını, yeteneklerinin yarısını veya daha azını, beyninin yarısını veya daha azını, emeğinin yarısını veya daha azını kullanıyor. Böylece bu toplum yarı hızda veya daha azında çalışıyor.
Ancak o, 1960 ve 1970’li yılların kadınıydı ve benim o düşünceleri benimsememi gerçekten istemedi. “Sen insansın” düşüncesiyle büyütüldüm. Bana asla “sen kızsın” veya “sen erkeksin” demediler. Bana şöyle dediler: “İnsan açısından mümkün olan, insanın yapabileceği ne varsa, sen de yapabilirsin.” Ve annem ile babam yapılması gereken ilk şeyin eğitim olduğu konusunda netti. Eğitim alırsanız, istediğinizi yapabilirsiniz. Ancak eğitim almazsanız, sana çektiririz! O yüzden hesap çok kolaydı, çünkü huzura kavuşmak ve istediğim ne varsa yapabilmek için okulda iyi olmam gerekliydi. Ben de aynen öyleydim.