Küreselleşme ulus devlet sınırlarını aşındırdıkça toplumların önüne büyük bir belirsizlik koydu. “Kim nereye ait? Biz kimiz?” gibi sorular başka anlamlar kazanmaya başladı. Koca bir bilinmezlik dünyasında herkes geldiği yeri yani “evini” aramaya başladı. Kendini daha rahat hissettiği, dilini, dinini ve daha birçok kültürel özelliği paylaştığı insanlarla birlikte olmayı önemser oldu. Çünkü ulus devlet dediğimiz kurumsal yapının içinde genellikle tek bir kimliğe ait bir toplum yoktu (örneğin Türkiye). Varsa bile küreselleşme sürecinde hızlanan “göçlerle” o toplum da tek bir kimliğin olduğu bir toplum olmaktan çıkmıştı (örneğin bugünün Avrupa devletleri). Kısacası devran değişmeye başlamıştı. Nasıl ki bir zamanlar İmparatorluklar yıkılmış yerlerine ulus devletler geçmişse, sanki bugün de sıra ulus devletlere gelmiş ve ulus devletler içindeki farklı kimlikler arasında büyük bir değişim süreci, gerilimler, çatışmalar ve hatta iç savaşlar görülmeye başladı.
Tabii ki bu tarihi sürecin her ulus devlette nasıl gelişeceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu sürecin, ulus devlet içindeki farklı kimliklerin nasıl davranacağına, nasıl politikalar izleyeceğine büyük ölçüde bağlı olduğu. Ne demek istiyorum?
Her ulus devlette, o devleti biçimleyen, o devlete niteliğini veren tek bir kimliğin yanı sıra başka kimliklerden insanlar da vardır. Dolayısıyla ulus devlet hayatı, bu farklı güç düzeylerine sahip farklı kimlikler arasında tarihsel, kültürel ve ulus devletin kıt kaynaklarının nasıl dağılacağına ilişkin çekişmelere konu olan bir hayattır. Bu hayat içinde hakim kimliğin önünde; bir ucunda diğer kimliklerin baskı altına alındığı bir yönetim biçimiyle (buna faşizm diyebiliriz) diğer ucunda bütün kimliklerin kendi kimliklerini yaşayabileceği demokratik bir yönetim biçimi (buna da radikal demokrasi diyebiliriz) vardır. Tabii bu iki uç arasında kimi faşizme kimi demokrasiye yakın sonsuz sayıda yönetim biçimi de olabilir.
Buradaki sıkıntı şuradan gelir. Bu politika belirlenimleri farklı kimlikler arasında gerçekleşeceğine göre ve kimlikler arasındaki farklar farklı fikir ve çıkarlara sahip olmaktan çok, farklı değerlere sahip olmaktan kaynaklanıyor olduğundan, uzlaşmanın zor hatta mümkün olmayabileceği gerçeğidir. Çünkü insanlar farklı fikirler ve farklı çıkarlar arasında bir uzlaşma üretebilirler ama farklı değerler arasında bunu yapmaları mümkün değildir. “Dindar nesiller yetiştirmek” amacıyla davranan bir politikacıyla “Bilimsel düşünen nesiller yetiştirmek” isteyen bir diğer politikacı nasıl ve hangi terimlerde bir uzlaşma üretebilir ki?
Dolayısıyla kimlikler arasındaki ilişkilerde çekişme konuları “değerler” üzerinden oldukça, uzlaşma üretmek de zordur. Olabilecek tek uzlaşma, eğer mümkün kılınabilirse, bütün farklı kimliklerinin düşüncelerini açıklayabilecekleri yüksek bir demokrasi çıtası üzerine olmalıdır. Böyle bir demokrasiye ulaşmak için de özellikle hakim kimliğin dışındaki kimlikler açısından yapılması gereken, tartışmaları farklı “fikirler ve çıkarlar” üzerine yoğunlaştırarak herkesin kendi farklı değerlerini ifade edebilecekleri yeni bir demokrasi üzerinde bir “uzlaşma” aramaktır. Bilmem yanılıyor muyum?