Ragıp Zarakolu
1980 cuntası dünyada anadil yasaklayan tek ülke olma onurunu TC’ye bahşederken, toplama kampları ayarında hapishaneler kurulurken, bu Kürt gerçekliğini sona erdirmedi. Kürt özgür olmadan Türkün de özgür olmayacağı kafalara dank etmeli artık.
Stockholm
Bir kez daha kafalara dank etti, seçim tarihleri yaklaşırken, ister Kürtler deyin, ister Kürt sorunu deyin, kilidin anahtarı orada.
Talat Paşa, Amerikan elçisi Morgenthau’ya 1916 yılında, “Ermeni sorunu mu çözdük onu” diye (*) böbürleniyordu. 1878 Berlin Antlaşmasından beri, Osmanlı devletinin kafasını ağrıtan, uluslararası politikanın da bir konusu haline gelen “Ermeni Reformu” konusunu, İskender’in Gordiyum düğümüne kılıç atıp, “çözdüm” onu demesi gibi, işi Seyfo ile çözdüğünü düşünüyordu.
Ermeni Sorununun “radikal” çözümü, miras olarak ardında Kürt sorununun çözümsüzlüğünü bıraktı. Belki de bu “radikal” çözümün bedeli oldu bu.
RTE de şimdi, “Kürt Sorunu mu? O ne, sorun morun yok, çözdük onu” diyor. Kılıç atıldığı doğru, 2015 sonbaharından bu yana. Ama sorunun çözüldüğü iddiası çok su götürür!
M. Kemal de 1925’de 1938’de sorunu çözdüğü düşüncesindeydi. 1971, 1980 Cuntaları da. Demirel, Ecevit, Çiller, Mesut Yılmaz da…
Ama yarattığı sadece bir kılıç yarası…. Ağır bir kesik ama sağaltılır. Kürt sorununun Ermeni sorunu gibi radikal “nihai çözümü” mümkün değil. Her şeyden önce, sayıları 1915 yılındaki 2 milyon civarında Ermeni nüfusu kadar değil. İkincisi Kürtler ağır bedeller ödemesine karşın direngen bir halk. Ermeni halkı direnmedi demek de yanlış. Van’da, Şebinkarahisar’da, Urfa’da, Antep’te kahramanca direndiler. Biraz da bu sayede dünyanın her köşesinde Batı Ermenistan kökenliler var. Norveç’in Kutup bitişiğindeki Svalbard adasında bile Gümrülü Hay madenciler var!
Türkiye siyasetini önümüzdeki yıl belirleyecek olan Kürtler. Bunun için omuzlarında ağır bir yük var. Sadece Kürt illerinde yaşayanların değil, İstanbul, Ankara, İzmir illerinde de nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Kürtlerin de tarihi bir sorumluluğu var.
Kürt kimliğine sahip çıkmak, sadece kendine sahip çıkmak değil, bir yurttaş olarak ülkenin bütününde demokrasiye sahip çıkmak anlamına geliyor.
Bu sorumluluktan kaçmak mümkün değil. Demokrasinin kilidi Kürtlerde.
Kürtler her zaman Türkiye’de siyasal sistemin bir parçası oldu. Özellikle tek parti rejiminin sonlandığı 1950 seçimlerinden bu yana. Bu bir anlamda fren işlevi gördü. Tamamen dıştalamak mümkün değil.
1959 yılında, Teşkilatı Mahsusacı Celal Bayar, Kürt aydınlarına yönelik kampanyayı başlatırken, bizzat kendi partisi içindeki Kürt mebuslar fren işlevi görmüş, tefkifatı sınırlandırmıştı. Bunu genişletme onuru ise, 27 Mayıs Cuntası başkanı Cemal Gürsel’e kalmıştı.
Ama cunta sonrası ilk seçimlerde, 1961 yılında Kürtlerin kilit işlevi kendini kanıtlamıştı. İlk koalisyon Hükümetinde yer alan YTP kontenjanından Sağlık Bakanı Silvan’ın köklü ailelerinden gelen Yusuf Azizoğlu olacaktı. 1950 yılında DP’den Diyarbakır Milletvekili seçilen Dr. Yusuf Azizoğlu, DP’nin demokrasi rotasından sapmasından sonra kurulan Hürriyet Partisinin kurucularından biri olmuştu.
DP’de kalan Kürt mebusların akıbeti ise Yassıadayı boylamak olacaktı.
1961 Anayasası Kürtlerin ve solun önünü kesecek hükümler barındırmasına karşın, paşalara göre lüzumundan fazla hürriyet tanımış, onlara göre elbise topluma bol gelmişti.
1971 ve 80 darbeleri ile elbiseyi daraltmaya çalıştılar, sola ve Kürtlere yönelik zulmü yoğunlaştırdılar.
Kürdün desteği olmadan solun var olamayacağı, solla omuz omuza olmadan Kürdün bir şey kazanamayacağı da ortaya çıktı.
1965 yılında TİP, 1921 yılından parlamentoya giren ilk yasal parti olma başarısını kazanırken, arkasında işçi sınıfı yanında Kürtlerin, Alevilerin önemli desteği vardı.
1980 cuntası dünyada anadil yasaklayan tek ülke olma onurunu TC’ye bahşederken, toplama kampları ayarında hapishaneler kurulurken, bu Kürt gerçekliğini sona erdirmedi.
Gulag Adaları kopyası yüksek güvenlikli cezaevi sistemi de bu gerçekliği sona erdirmeyecek.
Hep ilk başlangıç noktasına gelindi. 1921’den bu yana, parlamenter sistem Kürtlerin şu ya da bu düzeyde katılımı olmadan kurulamadı.
Ama Kürtlerin de görece liberal dönemlerde kendilerine tanınan paydan daha fazlasına talip olmaları gerek.
“İstiklal Savaşı” denen savaşın kazanılmasının arkasında şekli de olsa, yetersiz de olsa bir Meclis vardı.
1925 Takriri Sükun Kanunu ile solun ve Kürtlerin ayağının kesildiği sanıldı.
Ama 1945’de Nazi yenilgisi ile Türkiye’de şeklen yeniden parlamenter sisteme dönülmesi kaçınılmaz olduğunda, sol ve Kürt ayağının kesilmesi ile, TC Demokrasisi yine düşük yaptı ilk baştan, 1921 Meclisinden bile geri kaldı.
Kürt özgür olmadan Türkün de özgür olmayacağı kafalara dank etmeli artık.
(*) Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü, Türkçesi: Attila Tuygan,