Son üç yılda iki genel seçim, bir referandum yaptık. Tam tamına 7 gün sonra yeni bir genel seçim için yine sandık başına gideceğiz.
Bu seçim fırtınası dinecek gibi görünmüyor. Zaten 2019 ilk baharında yerel seçimler için bir kez daha sandık karşımıza gelecek.
Ama o arada başka bir seçim ya da seçimler olma ihtimali hiç de uzak değil…
Toplumsal barışımızdan dış politikamıza, eğitimimizden ekonomik sorunlarımıza kadar her sorunu, önemli önemsiz demeden, seçim arası konuşup seçim arası çözmeye kalktığımız için sorunlarımız da biriktikçe birikti…
Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, 25 Haziran’da hepsi bıraktığımız yerde duruyor olacak ve hepimiz aynı Türkiye’ye uyanacağız. Sadece ‘bir şey’ değişmiş olacak. İşte bütün mesele o değişecek olan ‘bir şey’.
O ‘şey’ ya demokratik zemini kurmanın yolu olacak ya da tek adam rejiminin…
Bu nedenle Cumhuriyet tarihimizin en önemli seçimlerinden birini yapacağız. Üstelik bu kez olağanüstü yönetim usulleri açısından bile olağanüstü bir yönetim tarzı altında yapacağız bu seçimleri.
Bu olağanüstülük, yeni seçim yasasının her maddesinde ve Yüksek Seçim Kurulu’nun akla ziyan kararlarıyla karşımıza çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda iktidar ortaklarının propaganda konuşmaları ve çalışmalarındaki tehdit dozunun artmasıyla da kendini gösteriyor.
Bu nedenle, iktidarın seçim sonuçlarıyla değişip değişmeyeceği hepimizin aklının bir köşesinde duruyor…
Herhalde bu kuşkunun seçmenin kafasını en fazla meşgul ettiği seçim, adli denetim dışında, açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre yapılmış olan 1946 seçimleriydi.
1946 sonrasında, ta ki 2015 Kasım seçimlerine kadar, güvenli seçim yapmayı ve prosedürel demokrasiyi oldukça iyi çalıştırmayı başarmış bir ülkeydik.
Türkiye’nin demokratik normları tartışılır ama seçimlerin meşruiyeti pek tartışılmazdı. Dahası iktidarların seçimle değiştirilebileceği konusunda pek bir kuşkumuz yoktu. Bunun olmayabileceğini ilk kez 7 Haziran seçimlerinde yaşadık. O güne kadar iktidar partileri de pek ala seçim kaybedebilir ve muhalefete geçebilirlerdi. Zaten demokrasi dediğimizde de çoğulculuktan, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılamayacağından, herkesin yasalar önünde eşit olduğundan ve adaletten ziyade, iktidarın seçimle değiştirilebildiği rejimi kastederdik.
72 yıl sonra bugün yine dürüst,özgür, adil ve şeffaf bir seçim yapılacağına hemen hiç kimse inanmıyor.
İktidar, değiştirebildiği tüm seçim kurallarını, kendi lehine çalışacak şekilde değiştirdi. Değiştiremediklerini de korku salarak, talimatla lehine işleyecek kıvama getirdi.
Yargı, polis, ordu, istihbarat teşkilatı, sandık kurulu başkanları ve devletin bütçesi iktidarın elinde.
Bir de 23 aydır süren OHAL yönetimi var. Kısaca seçimli otoriterliğe giden tüm yollar ardına kadar açılmış.
Fakat, iktidarın başı ve ortağı yine de çok endişeliler. Bu nedenle tüm dikkatleri HDP’nin üzerinde.
HDP’nin barajı geçmemesi için iktidar ortakları kitlelerde daha fazla öfke, korku ve coşku yaratmak için her yola başvuruyorlar. Dillerinden ‘savaş’, ‘iç düşman’, ‘hain’, ‘idam’ sözcükleri eksik olmuyor.
Böyle bir ortamda, sonuçları geleceğimize damga vuracak bir seçim yapacağız. Üstelik devlet kurumlarının, evrensel olarak kabul gören ilkelerin çoğunu uygulayacağı ve güvenli bir seçim ortamını sağlayacağına dair hiçbir kanıt ortada yokken…
Dolayısıyla zor kullanarak iktidarını kalıcılaştırmak isteyenler karşısında elimizde kalan son araç prosedürel demokrasidir.
Özlediğimiz barışı, çoğulculuğu, özgür ve eşit vatandaşlığı, hukukun üstünlüğünü ve adaleti egemen kılacağımız demokratik zemine ancak prosedürel demokrasiye sahip çıkarak kapı açabiliriz.
Sivil toplumun gücü tam da burada devreye girer. Çünkü demokrasi, ideal formuna, sadece her insanın hakkının gözetildiği bir durumda kavuşabilir.
Korkutulmuş, adalet duygusu ve vicdanı zedelenmiş, kutuplaştırılmış ve gerçeği bilmenin bile bir anlam ifade etmediği bir toplumla geleceğe uzanmak, sadece içi boş bir temennidir.
Bu fırsatı iyi kullanalım!